Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

9 Mart 2013 Cumartesi

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Özgürlüğü


Yasanın onlara özgürlük bahşedecek kadar merhametli olması için, özel yaşamlarının tüm detayları gözler önüne serilmelidir. Kadın, kamu oyunda ayıplanır ve tüm yaşamı alt üst olur. Bu utancın korkusu, kendisini ve pekçok kızkardeşini ezen insafsız sisteme karşı tek bir protestoya dahi girişmeksizin, onun evlilik yaşamının ağır yükü altında ezilmesine yol açar. 
...
Hiç kimsenin sevgi dolu bir tek sözcük ve şefkat dolu bir ilgi sarfetmediği çocukları çıplak ve aç bir şekilde sokaklarda koşuşturan, cehalet ve hurafelerle büyüyen, doğdukları güne lanet yağdıran; asla bir parça temiz hava dahi soluyamadıkları karanlık, rutubetli bodrumlarda kümelenen, yırtık pırtık elbiseler giyinen, sefaletin tüm yükünü beşikten mezara sırtında taşıyanlara bir bakın.
Siz ahlakçılar, siz hayırseverler, bu iki resmin ürkütücü karşıtlığına bir bakın ve bana bunun suçlusunun kim olduğunu söyleyin! Yasal yollarla veya başka şekillerde fahişelik yapmaya itilenler mi, yoksa kurbanlarını böylesi bir ahlaki bozulmaya itenler mi?
Sebep fahişelikte değil, toplumun kendisindedir; özel mülkiyetin eşitsizliğine dayanan sistemde, Devlet ve Kilise'dedir. Suçsuz kadınların ve çaresiz çocukların soyulmasını, katledilmesini ve onlara şiddet uygulanmasını yasallaştıran bu sistemdedir.
*Emma Goldman - Anarşi ve Cinsiyet Sorunu

 Bugünlerde herkes cennetin annelerin ayaklarının altında olduğundan bahsediyor. Cennet diye bir yerin var olduğunu zannetmemekle birlikte, kadına karşı şiddet artmışken bu lafın hiç bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Hatta kalabalıklara seslenirken kadınların kaç çocuk yapması gerektiğini söyleme cüretinde bulunan politikacıların bu cümleyi kurmalarını ve bunun üstünden kadın hakları savunuculuğuna girişmelerini iğrenç, iki yüzlü bir tavır olarak görüyorum. Bugün çoğunluğun kadın hakları adı altında -iyi niyetli olarak ya da olmayarak- savunduğu söylemler, bir mücadelenin dejenere edilmesinden başka bir şey ifade etmiyor. Birtakım feministler ve demokratlar kadınlara verilen oy hakkını, kadınların özgürlük mücadelesi adına bir kazanım zannetmek gibi, komik bir yanılgı içinde. Eğer kadın özgürlüğü denildiğinde algıladığınız şey oy hakkından ve bir takım kıyafetleri giyebilme özgürlüğünden ibaret ise özgürlüğün ne anlama geldiğini anlamamışsınız demektir.
  Eğer bugün kadın hakları için doğru-yanlış bir mücadele veriyorsak, kadınların üstündeki baskıdan bahsediyor ve tecavüze uğradıklarında dâhi kadınları suçlayan (buraya favori sevgi sıfatınızı yerleştirin)lara karşı kadın özgürlüğünü savunuyorsak, bize anlatılan gelişmenin ve ilerlemenin yüzlerce yıl gerisindeyiz demektir. Bu konuda aklı başında olan herkesin hemfikir olacağını düşünüyorum. Çünkü bir özgürlüğün gerçekleşmesi ve elde edilmesi gerektiğini savunuyorsak, ortada bariz bir eşitsizlik var demektir. Bu eşitsizlik, toplumun bir hezeyan içinde olduğunu, toplumsal değerleri savunanların ve sistemin bize yalan söylemek şöyle dursun, gözlerimizin içine bakarak bizimle dalga geçtiklerini gösterir. Çünkü kadının bulunduğu durum, sistemin bir kusuru değil, onu oluşturan değerlerin değişmez bir şartıdır. Kadına ayaklarının altında cennet olduğu söylendi sırtına hastalıklı bir toplumun ağırlığı yüklendi.

 Bugünlerde konuştuğumuz tecavüz, şiddet, cinsel ve sözlü tacizler, mahalle baskısı ve benzeri şeyler sorunun sadece yansımalarıdır. Kadınların maruz kaldıkları kötü durum, karısını ve kızını döven câhil adamlardan ve giyinmelerine göre tecavüzü haklı gösteren bağnazlardan ibaret değildir. Sorun, dış görünüşten yatak odasına kadar söz söyleme hakkına sahip olduğu düşünülen, giyinmeden cinsel yönelimlere kadar insanın mahremine dair her şeye müdahâle eden toplumda ve onun hastalıklı değerlerindedir. 

 Yaşadığımız ülkede kadının özgürleşme serüveni bir çoğunun zannettiği gibi olmadı. Kadın, birey olarak bir değer taşımamaktaydı. Onun görevi resmi ideolojiye ve ülkeye uygun ideal vatandaş yetiştirmek, asker doğurmak ve devletin gösterdiği doğruda kendini feda etmekti. Kadınlara kılık kıyafet ve seçim özgürlüğü verildiği için resmi ideolojinin kadına değer verdiğini savunmak, "Kadın bir pislik üzerine inşa edilmiş bir tapınaktır" diyen Katolik papazın Meryem Ana'yı kutsal saydığı için kadın dostu olduğunu söylemek kadar saçmadır. Bütün modernleşme hareketlerinde olduğu gibi, kadın ev köleliğinden fabrika köleliğine sürülmüştür.
Kadın, bu hafifletilmiş ataerkil düzende, gösteriş amaçlı eşitlik yasalarının olduğu toplumda başka bir değer taşımıyordu. Bu düzende bir kadın olarak var olması imkânsızdı, kendine çizilen sınırların dışına çıktığı an erkekleşmek zorundaydı. Erkeğin yaptığı küçük kaçamakları denediği zaman öldürülmesi bile meşru sayılabilir, eğer toplum için önemli bir yerdeyse Yahudi asıllı biriyle evlendiği için büyük protestolarla ve zehir zemberek gazete yazılarıyla karşılaşabilirdi.*

 Kadına karşı şiddetin ve mide bulandırıcı eylemlerin doğal ve meşru olarak algılanmasının sebebi, kadının bir birey olarak değil elde edilen bir varlık, hesap vermek zorunda olan ve devamlı kontrol edilmesi gereken, ancak ahlâki yapıya uyum sağlarsa yaşam hakkı olduğu düşünülen bir canlı olarak görülmesidir. Toplum en çok kadınlara ne yapmaları gerektiğini söylemektedir. Kadını haram olarak gören muhafazakar algı ve meta olarak gören kapitalizmin ortak paydası, kadının ne olursa olsun aşağılanan ve ikinci sınıf olarak görülen bir varlık olmasıdır. Örnek vermek gerekirse; bir erkeğin kadına benzetilmesi hakaretken, kadının erkeğe benzetilmesi büyük bir iltifattır.  
Rosie The Riveter, kadının erkeğe benzetilerek övülmesinin iyi bir örneğidir. Bir çok feministin dâhi kullandığı bu propaganda afişi, II.Dünya Savaşı yıllarında Howard Miller tarafından çizilmiştir ve amacı Amerikan ev kadınlarını silah üretimine katılmaya teşvik etmektir. Sevgili dostumuz Rosie, erkeksi kaslarını göstererek cesur ev kadınlarına "Bunu başarabiliriz" demekte ve bir erkek gibi cesur olmalarını, mücadele etmelerini istemektedir. Silah üretimine katılan cesur Amerikan kadını, erkek kıyafetleri giyinip savaştığı için azize ilan edilen Joan d'Arc gibi kutsal, erkek gibi kadındır! Bir kadının maskülen olması ne kadar doğal ise, toplum içinde ancak bir erkek rolüyle değer görüyor olması ve erkek gibi olmanın kadın için övgü olması o kadar kötü bir durumdur.

 8 Mart, kadın için çizilen sınırları ve bu sınırları kadın hakları olarak savunan insanları trajikomik hâlini görmek için güzel bir gün. Yılın büyük kısmını erkek-egemen söylemlerle geçiren politikacıların kadınlara övgüler yağdırmaları, beyaz eşya firmalarının kadına mutfaktaki rolünü hatırlatmak istercesine kampanyalar yapmaları, ataerkilliğin değişmez kurumlarından olan ordunun kadınlar günü için afişler hazırlaması ve tüm bu gösteri içinde 8 Mart'ın grev yapan kadın işçilerin polis tarafından yakıldığı gün olduğunun unutulması büyük bir trajedi. 8 Mart, bir öfkenin ve mücadelenin günü olması gerekirken, tıpkı baştan aşağı boş bir şey Sevgililer Günü gibi popüler romantikliğin ve reklam feminenliğinin günü hâline getirildi. Pembe rengin, hediye paketlerinin, kalp ve öpücük resimlerinin ve samimiyetsiz ilişkilerin içinde, hakkını aradığı için mücadele eden ve bir fabrikaya kapatılıp yakılan 129 kadın unutuldu. Dün,  neredeyse hiç kimse Kadınlar Günü'nü anmadı. Dün, her yıl olduğu gibi belli sınırlara hapsedilen ve aşağılanan kadınlara, onlara rollerini hatırlatacak jestlerin yapıldığı mide bulandırıcı bir günden başka bir şey değildi.

 Kadının kurtuluşu ise kendisine yüklenen bütün rolleri reddetmesine bağlıdır. Toplumsal değerler, kadını ikinci plana itmekten ve köleleştirmekten başka bir işe yaramadı ve yaramayacak. Kadın, bütün toplumsal değerleri, toplum ve sistem içindeki yerini reddetmeli ve birey olabilmelidir. Burkalar ve reklam afişleri arasındaki görüntüsünden, evler ve alışveriş merkezleri arasındaki güzergâhından kurtulmalı ve kendi mücadelesini verebilmelidir.
Libertarias filminde Pilar Sanchez'in dediği gibi; kadınlar kendi devrimlerini yapmalıdır ve erkeklerin kendileri için devrim yapmalarını beklememelidir.
Çünkü toplum ne kadar modern olsa da ve yasalar ne kadar eşitlikçi görünse de, kadınlar bir seks objesi olarak görülecek, aşağılanacak ve ikinci sınıf olarak görülecektir. Kadının bundan kurtulmasının tek yolu, toplumu reddetmek ve onun paçavra kurallarına karşı durmaktır.

*Mustafa Kemal'in manevi kızı Ülkü Adatepe, tüccar Yeşua Bensusen ile evlendiğinde ülke çapında büyük protesto gösterileri düzenlendi ve o zamanın yüksek tirajlı gazeteleri Adatepe'yi açıkça hedef gösterdi. Detaylı bilgi için göz atabilirsiniz

Söylemeden edemeyeceğim ki; "Kadına şiddet uygulayan erkek değildir!" söylemini oldukça yanlış buluyorum. Her ne kadar iyi niyetli bir söylem olduğunu düşünsem de, erkeği yücelterek kadına karşı şiddeti önleyemeyiz. Erkek olmak, yüce bir değer değil, tıpkı kadın olmak ya da mavi gözlü olmak gibi sıradan bir şeydir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder