Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Siyon'un Şafağında "İnsansız Topraklar"

 





Dini kitaplar, bir coğrafyayı işgâl edip yaratılan modifiye bir tarih yazımı üzerinden haydutluk yapabilmek için oldukça kullanışlıdırlar. Güney Afrika’yı işgâl eden ve yerli halkı köleleştiren Bauerler, yaşadıkları yerlerin vaadedilmiş topraklar olduğuna inanıyorlar ve bu söylemlerini Tevrat’a dayandırıyorlardı. İnsanlık için kabul edilemez bir ideoloji olduğu söylenen –öyle olduğunu reddedemeyiz- Apartheid rejimi yıkılmışken, başka bir vaadedilmiş toprak üzerinde bir grup kutsal insan cinayetler işlemeye devam ediyor.

 Avrupa’nın gettolarına hapsedilen, Ortaçağ İspanya’sından Çarlık Rusyası’na kadar sayısız sürgüne ve katliama, en sonunda Holocaust’a maruz kalan Yahudilerin, Tevrat’taki vaadedilmiş topraklarda özgürce yaşamayı düşlemeleri şaşırtıcı değildi. Ancak İsrail’in bugünlerde yaptıkları ne Yahudilerin yüzyıllardır yaşadığı acılarla ne de bugünlerde ülkemizde de sıkça yayılan bir bilinç bunalımı olan anti-semitizm ile açıklanabilecek durumda değil. 

 Devletin kuruluşunu 1897’de Basel’de yapılan “Birinci Siyonizm Kongresi”ne ve başta Theodor Herzl olmak üzere Yahudi fikir adamlarının, Yahudilerin hayatta kalabilmesinin tek yolunun kutsal topraklara dönmek olduğu konusundaki fikirlerine dayandırabiliriz. Holocaust’tan sonra dini ve milliyetçi fikirlerle iyice bilenen göçmenler, varlıklarını sürdürebilmek için tek çarenin meşhur kutsal ülkeyi kurmak olduğuna inanarak silahlı bir mücadeleye giriştiler. Ancak girişilen bu mücadele bir bağımsızlık savaşından çok, tarihi söylemlere dayanan bir işgal girişimiydi. Bölgedeki Yahudi nüfusunun artması ve devletin meşruiyetinin sağlanması için Filistinlilerin yok edilmesi gerekiyordu.

  İsrail, bölgede bin yıldır yaşayan Filistinliler hiç yokmuş gibi, buraların “Topraksız İnsanlar İçin İnsansız Topraklar” olduğu söylenerek kuruldu. Vaadedilmiş Topraklar hikayeleri üzerinden bir mitoloji yaratıldı ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen Yahudilerin, evlerine döndüğü, kendilerinin olan toprakları geri aldıkları, Filistinlilerin ise topraklarını gönüllü olarak terk ettikleri söylendi. Resmi ideoloji ve meşruiyet, inanabilmek için ciddi bir bilinç yitimi gerektiren bu masallar üzerinde şekillendi. 

Bir çocuğu gözünü kırpmadan öldürebilen İsrail askeri ya da Gazze bombalanırken şehri izleyen tepelerde milliyetçi histeri nöbetleriyle dans eden İsrailli, kendisine yaptığının sebebi sorulduğunda bir devletin katliam yasası hâline getirilmiş dini hikayelerden bahsedecek, hatta kuşaklardır bu topraklar üstünde yaşayan Filistinlilerin burada işgalci olduğunu söyleyecektir. Belki de zihniyet olarak pek uzak olmadığı Nazilerden, Engizisyon mahkemelerinde yakılan Yahudilerden ya da Eski Ahit’teki hikayelerde İbrahim’in koyunlarını çalan Filistinlilerden bahsederek bu katliamları meşrulaştıracaktır. 

 Sorun, bizzat İsrail’in temellerini dayandırdığı söylemlerdedir. İsrail tıpkı Nazi ve Apartheid rejimleri gibi üstünlükçü ve hastalıklı düşünceler üzerine kuruludur. Belli bir millete dahil olmadıkları için insanların öldürülmesini meşru görmek hatta bir temizlik olarak algılamak ancak milliyetçiliğin yarattığı halüsinasyonlar ile mümkün.