Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

27 Nisan 2014 Pazar

Distopyaya Doğru I: Modern Kutsalın Doğumu




 Roma’nın ve Mısır’ın görkemli tanrıları, semavi dinlerin tanrısı karşısında dayanamadı. Bir zamanlar Hıristiyanları diri diri yakan Roma zamanla Hıristiyanlığın yegâne savunucusu hâline geldi. Olympos Dağı’nda yaşayan tanrılar, büyüyen krallıkların ve imparatorlukların ihtiyaçlarını karşılamıyordu. İmparatorun yeryüzünde tek egemen olma isteğini meşrulaştırabilmesi için gökyüzünde tek tanrı olmalıydı ve bu tanrının yeryüzünde temsilcileri olmalıydı.

 Ortaçağ Kilisesi bir zamanlar Tanrı’nın yegâne temsilcisiydi. Tanrı adına insanları aforoz etme ve cezalandırma yetkisine sahipti. İran’ın şahı ve Osmanlı’nın sultanı Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Dünyanın hemen hemen her yerinde krallar meşruiyetlerini gökyüzünde yaşayan despot bir tanrıdan alıyorlardı. Ders kitaplarımızda aydınlanma olarak anlatılan hareketle bu kurumlar güçlerini yitirmeye başladılar. İnsan maddeyi ve yaşamı keşfettikçe kendisine Tanrı adına konuşan sınıfların sahtekârlığını anlaması zor olmadı. Ancak bu bilinç zamanla neredeyse eskisinden daha dogmatik ve daha akıldışı bir düzene dönüştü.

 Protestan ahlâkı, diğer mezheplerin aksine Altın Çağ’ın dünyanın tanrısallaştırılarak başlayacağını savunur. Bu görüşe premillenarizm adı verilir. İsa gökten inip inananları kurtarmayacak, aksine inananların tüm dünyayı kurtarmasından(!) sonra fiziksel olarak inecektir. Reform hareketleriyle başlayan bu dünyevileşme insanları Vatikan’ın kör inançlarından kurtardıysa da yeni kutsalların yaratımına sebep olmuştur. Öteki dünyanın önemi azaldıkça dünya kutsallaştı ve yeryüzü yeni totemlerin tapınağı hâline geldi.

 Türkiye, İtalya, Almanya, Endonezya gibi ülkelerde yenilik hareketleri eskisinden daha despot rejimlere, tanrılaşan bir devlete ve milyonların gölgelerinde kaybolduğu neredeyse mitolojik kahramanlara dönüştü. Almanya’daki milyonlar Hitler’in konuşmalarında kendinden geçmeye hazırdı çünkü Bismark döneminden beri çalışmanın bir orduyla savaşmak kadar kutsal olduğunu, insanın değerinin ancak ülkesi için çalışmasıyla ölçülebileceğini benimsemişlerdi. Nazi kamplarının kapısında Çalışmak Özgürleştirir (Arbeit Macht Frei) yazılması bu yüzden tesadüf değildir. Avrupa’da ulus-devletlerin tanrılaştığı bir çağ inşa edilirken okyanusun diğer yanında Benjamin Franklin, yararlı olanın erdemliliğini ve buna bağlı olarak para kazanmanın kutsallığını öne sürüyor, modern bir imparatorluk bu düşünceler üstünde yükseliyordu.

 Çağımızın kutsalları bu değerler üzerine kuruludur. Dünya bir cehenneme doğru gidiyor ve cehennem insanların bağıra çağıra acı çektikleri bir yer değil, içinde bulundukları pisliğin farkında olmadıkları bir yer olacak. Zamyatin’in Biz romanında ya da Orwell’ın meşhur 1984’ünde olduğu gibi insanların köleliklerini mutlu bir şekilde benimsedikleri ve özgürlüğün bir hakarete dönüşeceği bir düzenin, kötü bir kâbustan fazlası olmadığını söylemek imkânsız.

 Kapitalizm ve yararlı olanın erdemi bütün eski değerleri tahtından etti. Dinler zaten iktidarların kullanışlı aracı olarak var olmuşlardı ama ancak kapitalizm faizi haram ilan eden İslam dünyasına banka zincirleri açtırabilirdi.

Dinler ne kadar milyarlara hitap etseler de yok olmaktalar. Bugün bile hâli hazırda dünyanın birçok yerinde sembolik ve ideolojik anlamlar dışında bir şey ifade etmeyen dinler, bundan birkaç kuşak sonra varlıklarını sürdürseler bile zayıflayacak ve güç kaybedecekler. Ancak bu despot inanışların yok oluşu, insanın özgürlüğü adına değil öncekinden daha tehlikeli bir köleliğin benimsenişi adına olacak.


20 Nisan 2014 Pazar

Metropolis ve Şiddetin Zihniyeti




Polis; bilincini koşulsuz itaatin ve şiddetin emrine vermiş, itaat etmek ve şiddet uygulamak dışında bir bilince sahip olmayan robotik bir canlıdır. Politikacıların, sermayedarların, zenginlerin kendilerini korumak için saklandıkları etten duvarlardır polis teşkilatları. Gezi’den sonra hepimiz bunu gördük ve deneyimledik. Polis, iktidardan ve iktidarın ideolojisinden bağımsız olarak, doğası gereği kötüdür. Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi öyküsünde devrimden önce Jakobenleri ve devrimden sonra kralcıları fişleyen casus polisin ruh hâlini en iyi yansıtan karakterlerden biridir.

 Polis teşkilâtları, dünyanın her yerinde aynı yapıdadır ve aynı işi yaparlar. Yahudi gettolarında Naziler için çalışan Yahudi polislerinden, Los Angeles’ta insanları siyahî olduğu için döverek öldüren Amerikan polisine kadar hepsinin zihninde itaat ve bu koşulsuz itaat duygusundan kaynaklanan şiddet isteği vardır. Ancak polis şiddeti ve bunun yoğunluğu tek başına polisin yapısıyla ya da emniyet ve hukuk zaaflarıyla ilgili değildir.

 Polis, Türkiye’de olduğu gibi insanları öldürüp işin içinden çıkabiliyorsa, hatta darp ettiği insanları hukuk karşısında suçlu durumuna düşürebiliyorsa bu aynı zamanda bir zihniyet sorunudur. Türkiye’de sorun polisin uyguladığı şiddetten çok, bu şiddeti uygulamaktaki rahatlığı ve güveniyle ilgilidir.

 Metropolis belgeseli, Türkiye’deki polis şiddetini ve bu şiddetin hukuksal, ideolojik kökenlerini anlatıyor. Hukukçular, akademisyenler, insan hakları aktivistleri ve şiddet mağdurlarıyla yapılan röportajlardan oluşan bu belgesel, hepimizin yaşadığı ve ya bir şekilde tanıştığı şiddetin temellerine ışık tutuyor. Ancak bunlar sadece hukukçuların ve akademisyenlerin değil hepimizin kafa yorması gereken konulardır.

 Polisin egemenliği şüphesiz ki Türk insanının devlet ile olan ilişkisiyle başlar. Muhafazakâr ve ya seküler, ortalama bir TC vatandaşının zihninde devlet neredeyse tanrıyla eşdeğer bir kavramdır. Varlığını neredeyse mitolojik bir kahramana dönüşecek Mustafa Kemal’in olağanüstü çabalarına ve ya yedi kat gökten inip Çanakkale’de Türkler lehine savaşan meleklere borçludur. Türkiye’de devlet üzerinden dönen tartışma, bu kurumun gerekliliği ve ya gereksizliğiyle değil bir kutsalın biatı ve ya reddiyle ilgilidir. Devlet, modern mitler ve bitmek bilmeyen goygoylar üzerine kurulu bir kutsaldır.

 Belgeselde de belirtildiği gibi, polisin kendini neredeyse tanrı olarak gördüğü iki ülkeden biri Türkiye diğeri ise Japonya’dır. Bu iki ülkenin modernleşme serüveninin ve ulus inşasının birbirine ne kadar benzediğine bakınca sebebini anlamak zor değil.

 Japonya, 1800lü yıllarda Meiji Restorasyonu adı verilen bir modernleşme sürecine girişti. Devlet, kendi resmi dinini yarattı ve bu değişimi reddeden isyanları şiddetle bastırdı. İkinci Dünya Savaşı’nda Miğfer Devletler safında yer alan Japonya’da devlet Türkiye’de olduğu gibi kutsal kabul edildi. Bugün bir çoğunun teknolojik başarılarına gıpta ederek baktığı hatta seküler ve ya muhafazakâr milliyetçilerin neredeyse model olarak gösterdiği Japonya, ekonomik refahına rağmen intihar oranlarının en yoğun olduğu ülkelerden biridir. Birey, devletin ve toplumun kasveti karşısında ezilmiştir ve önemsizdir.

 Türkiye’nin de buna paralel bir modernleşme yaşadığını söylemek zor değildir. Osmanlı aydınının temel sorunu devletin nasıl kurtarılacağıydı. İnsan yaşamı, insan hakları gibi meseleler Osmanlı aydını için ikinci plandaydı çünkü o devleti tarihi köklerinden çıkararak tapılacak bir nesne hâline getirmekle meşguldü. Zaten hâlihazırda sultanını Zillullah’ı Fi’l Arz (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) olarak gören bir devletin yıkıntılarından doğan TC, bu hastalıklı modernleşmenin ürünü olarak doğdu. Zannedilenin aksine eskinin büyük değişimlerle yıkılması değil, var olan modernleşmenin yönetmelik değişiklikleriyle devam ettirilmesi söz konusuydu.

 Şüphesiz ki eğitim sistemi ve resmi ideoloji buna göre şekillendi. İtalya ve Almanya’daki baskıcı rejimlerle paralel kanunlar ve söylemlerin bugün ilerici olarak bilinen bir kesim tarafından savunulması tesadüf değildir. Çünkü devletperestlik, ilerlemenin tek yolu ve varlığın amacı olarak görülmüştür.

 Gelgelelim, bugün resmi ideolojinin reddi değil biraz farklı bir sosla sunulması söz konusu ve mevcut iktidar kitlesini 30lu yılların söylemlerine benzer nutuklarla gütmekte. Devletin insan hayatından daha önemli olduğu bir yerde üçüncü hava alanının bir çocuğun ölümünden daha önemli olması şaşırılacak bir şey değildir.

 Şüphesiz ki polis, toplumun kodlarını had safhada taşıyan bir canlıdır. Dr.Clive Morris’e göre güvenlik kameraları, operatörlerin saygıya değmez olduğunu düşündükleri kişilerin üstüne daha fazla düşer böylece ekonomik ve ya sosyal olarak marjinal görülen insanlar daha kolay etiketlenmiş olur[1]. Polis de toplumda öteki olarak kabul edilen LGBT bireylerin, Kürtlerin, gayrimüslimlerin, göçmenlerin, politik ve ya kültürel olarak toplumun genel kodlarına uymayan insanların üstüne daha çok düşecektir. Şüphesiz ki bu cesareti toplumun kendisinden olmayana duyduğu kayıtsızlıktan almaktadır. Polis şiddeti burada sadece kurumun yapısıyla ilgili değil, TC’deki otel yakan ve kafa kesen linççi kalabalıkların zihniyetini paylaşmasıyla ilgilidir.

Sonuç olarak; polis bu kutsalın aracı olarak tanımlanır ve bu sorun AKP hükümetiyle başlayan bir şey değil, topyekün bir zihniyetin hatta ülkenin temelleri üstüne kurulduğu sakat modernleşmenin sonucudur.

 Devlet tanrılaştıkça devletin kurumları tanrının kutsal savaşçıları olarak anılacak, polis şiddeti belki el değiştirecek ama farklı kesimler üzerinde devam edecektir. Bunun engellenmesi ancak tanrı-devlet zihniyetinin tasfiyesiyle mümkündür. Devlet, başlı başına bir angaryayken onu tanrılaştırmak insanlığı ancak felâkete sürükler; bu bir teori değil hepimizin deneyimidir.




[1] Dr.Clive Morris, Gary Armstrong, Laura Hawskworth, The Suspicious Eye, Hull Üniversitesi Kriminoloji Merkezi, 1998