Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Yasak Meyvenin Mirası: Duvarsız Bir Hapishane



 Aldım başımı kaçtım. 
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa. 
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını. 
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. 
Tanrı bildim musibeti. 
Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. 
Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.

*Arthur Rimbaud - Cehennemde Bir Mevsim


 Doğan her bebek, kendinden önce yaşamış insanların kötü mirası içinde büyür. Kendinin ve çevresinin farkına vardıkça, bir birey olarak var olmaya başladıkça sırtındaki yük ağırlaşır ve kendi kararlarını verecek yaşa geldiğinde hayatının geri kalanını bu yük karşısında ne yapacağı belirler. Ondan kurtulmaya çabalayacak ya da onu bir parçası olarak benimseyip altında ezildiği bu ağırlığın acısını hissetmemek için yollar arayacaktır. Üzerine çökmüş bu ağırlığın bir parçası olduğunu ve onun gerçekliği olduğunu düşünmek acıyı unutturur, bu yüzden bu yolu seçen insan daha rahat bir hayat yaşar. Ancak onun sırtına bindirilmiş ve kendisini ezen bir yığıntı olduğunu fark eden insan acı çekecek ve daha zor bir hayat yaşayacaktır.

Semavi dinler, insanlığın Adem ve Havva'nın kötü mirasını taşıdığını söyler. Adem ve Havva, kendilerine yasaklanan meyveyi yiyerek cennetin nimetlerine yüz çevirmiş ve emirlere itaat etmemenin cezasını cennetten kovularak ödemişlerdir. İnsanlık tarihi, Adem ve Havva'nın kendilerine bahşedilen bir cennete yüz çevirip, aç gözlülüklerine yenilmesiyle ve yasak meyveye el uzatmasıyla başlar. Bu meyveye dokunmanın bedelini ise kendilerinden sonraki kuşakların acılar ve savaşlar içinde yaşayacakları fani dünyaya sürülmekle ödemişlerdir.
 Oysa insanlığı esir alan ve sırtına bir yük gibi binen günah, Adem ve Havva'nın yasak meyveye uzanmaları değil, bu eylemleri için cezalandırılmayı kabul etmeleridir. İnsanın hayatını çekilmez kılan şey, ilk ebeveynlerinin merakı ve açgözlülüğü değil, kendi doğal eğilimleri yüzünden cezalandırılmaya razı olmaları ve yasağı deldikleri için pişman olmalarıydı.

 Yasak Meyve hikayesinin anlattığı şey; değerlerin ve emirlerin insanın kendi eğilimlerinden daha değerli olduğudur.

 İnsanın esareti bu bilinç ile başlar. Eylemlerden önce neyin yasak olduğunu öğrenen insan, labirentte yürür gibi yürüyecek ve bütün eylemlerini çizgileri, sınırları olan bozuk bir bilincin belirlemesine izin verecektir. İnsanın esir düşmesinden daha kötü bir şey varsa, kendi zihnine başkaları tarafından yerleştirilen cümlelerin esiri olmasıdır. Kafasının içinde dönüp duran bu ses, dünyadaki bütün silahlardan daha tehlikelidir. Çünkü onu dinledikçe, hapsolduğu sınırların ardında korkunç şeylerin olduğuna ve bütün güvenliğini çizilen sınırlar içinde yaşamaya borçlu olduğuna inanır. Ahlâki safsatalarla yankılanarak onu esir alan bu korku, kendi özünden, doğal eğilimlerinde ve isteklerinden uzaklaşmasına, onları duvarın dışında tehlikeli bölgede bırakmasına, bilincinde yaratılmak istenen şekle dönüşmesine sebep olacaktır.

 Hapsedildiği sınırların cennet olduğuna inandırılan insan, sınırlara yaklaşmaya dahi cesaret edemeyecek ve onların ötesindekine karşı duyduğu merakı, kendi gerçekliğini umursamadığı ahlâki söylemlerle bastıracak ve bir türlü çıkamadığı dar alanda mutlu olduğunu zannedecektir. Sınırları koyan başkasıysa da canından çok koruyan bu aciz insanın kendisidir. Sınırların ardındaki her şey kötü olduğu için, oralarda görünen herkes düşmandır.

 Duyduğu korkuyu ahlâk olarak benimseyen ve aşamadığı sınırları korumak için canını feda etmeye hazır olan insan, dünyadaki en tehlikeli yaratıktır. Çünkü kendisine dayatılanları benimsedikçe özüne, insanlığa ve erdeme dair her şeyi kaybedecek, gardiyanlığa terfi eden bir mâhkum gibi kendisini esir alanların gözünde imtiyaz kazanmak için saldıracaktır. Kendinden uzaklaştıkça ondan yaratılmak istenene yakınlaşacak, insanlıktan uzaklaştıkça itaat eden ve öldüren bir makine olmaya yaklaşacaktır.
Çünkü en doğal eğilimlerini ahlâksızlık olarak benimsemiş ve onları dile getiren insanları aciz yaşamı için tehlike olarak görmeye başlamıştır. Karşısında taaruza geçtiği şey ise, başkaları değil, kabul etmediği kendi gerçekliğidir. Saldırdıkça kendi insanlığını daha çok unutacak ve kaçamadığı esaretinden zevk aldığı sahte yargılara daha çok bağlanacaktır.

 İnsanın kendi gerçekliğini bulması ancak çizilen bu sınırlara ve yaşamın değişmez yasalarıymış gibi benimsetilen safsatalara isyan etmesiyle başlar. İsyan ettikçe kendi eğilimlerine ve gerçekliğine daha çok yaklaşacak ve duvarın ardının söylendiği kadar karanlık olmadığını görecektir. Hıristiyanlar, insanların atalarının açgözlülüğüyle gelen günahtan vaftiz edilerek kurtulacağına inanırlar. Oysa insanın kendini esir alan bilinçten kurtulmasının tek yolu isyan etmektir.
Her başkaldırı, insanın özüne dönmek ve kendini kabullenmek için attığı bir adımdır. Çünkü kendine yabancılaştırılarak kontrol altına alınmıştır ve tekrar kendi olmanın tek yolu bu kontrolü yıkmak, egemenlerin lehine çalışan kendi öz-denetimden kurtulmaktır.

 İnsan itaat ettikçe, sistemin doğrularını kendi yaşamının değişmez gerçekleriymiş gibi kabullendikçe kontrol edilen bir bedene dönüşür. Kendisini bir bedenden ibaret olmaktan kurtaracak tek şey, isyan etmek ve ona bir canavar gibi gösterilen gerçekliğini kabullenmektir.