Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

24 Kasım 2013 Pazar

İnanç: Hayatın Ötesindeki Kurgu




Ruhu madde dışı yapmak için ilahiyatçıların nedenleri vardı. Ahiret hayatında keşfettikleri hayali ülkeleri yurtlandırmak için ruhlara ve ham hayallere ihtiyaçları vardı. Maddi ruhlar bütün cisimler gibi dağılıp giderlerdi. Oysa, insanlar kendileriyle birlikte her şeyin kötü olacağına, her şeyin biteceğine inansalardı, öteki dünyanın coğrafyacıları ruhlarını bu bilinmeyen meskene gönderme hakkını yitirirlerdi. Bu ruhları otlattıkları umut ve hülya çadırından ve onları altında ezmeye özen gösterdikleri cehennem dehşetinden hiçbir yarar sağlayamazlardı. Yani ahiret âleminin insan türü için hiçbir gerçek yararı olmasa da, insan türünü oraya göndermeyi üstlenenler için yararı büyüktür.
 *Jean Meslier - Sağduyu / Tanrısızlığın İlmihâli

   Marquis de Sade "Eğer Tanrı'dan bahsetmeyi akıl eden ilk ahmak boğazlansaydı, yeryüzünde bir çok cinayet işlenirdi."der. Bu fikri bir zamanlar benimsiyordum, ancak bugün inancı eleştirmek için yüzeysel ve gerçek dışı kaldığını düşünüyorum. Çünkü gördüklerini tanımlama çabasında olan bu adamcağızı boğazlasaydık bile bir başkası bu fikri edinecekti.
 İnanç, insanın zihinsel ve sosyal gelişiminin getirdiği kaçınılmaz sonuçlardan biridir. Dindarların iddia ettiği gibi her insanın içinde doğuştan var olmasa da, maddeyi henüz kavrayamamış atalarımızın dünyayı anlamlandırmaya çalışırken işin bir madde ötesine ve bir inanca dönüşmemesi beklenemezdi.

 Kaba olarak; inancı doğuran insanlığın dünyayı anlamlandırma isteği ve gördüklerine, yaşadıklarına karşı duyduğu meraktır. İnanç, insanın yaşamı için bir açıklama bulma gereksiniminden doğmuştur. Mitolojide bitkilerin, hayvanların, doğa olaylarının ve hislerin birer sorumlu tanrılarının olmasının sebebi budur. Gördüğünün ardında onu kontrol eden doğaüstü bir varlık tahayyül etmek, insanın işini kolaylaştırmış ve onu büyük bir zahmetten kurtarmıştır.

 Bu masumane anlamlandırma çabası, zamanla dünyanın kendisini önemsiz bir hâle getirmiş, maddeyi anlayabilmek için girilen bu çaba maddenin kendisini önemsizleştirmiştir. Dini bilimin karşısına koymak; bilimin antitezi olarak görmek bu yüzden yanlış bir görüştür çünkü zaten din maddenin gerçekliğini reddetmekte ve onu sanal bir şey olarak görmektedir. İnanç, beşer olanı reddeder ve beşeri açıklamak için kullanılan bilgiyi önemsiz görür. İnancın mantığına göre madde, sadece tanrının neler yapabildiğinin, ne kadar harika bir kainat yaratabildiğinin göstergesidir. Ancak hakikat, beşerin dışındadır ve insanın ona ulaşabilmesi için gündelik hayatından uzaklaşması gerekir. Hâli hazırda din, dünyanın ve insanlığın gerçeklerine yabancılaşmış bir şeyken onu pozitif bilimlerle çürütmeye çalışmak anlamsız bir çabadır.
 Aynı zamanda dini basit bir cehalet, geri kalmışlık ya da psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir şey olarak görmek de gerçek dışı, gerçek dışı olduğu gibi elitist bir düşüncedir. Dinin insan hayatında edindiği yer tüm bunlardan daha karmaşıktır.

 Bir gecede binlerce insanın veba salgınından öldüğü Ortaçağ Avrupa'sında insanların yaşadıkları dünyayı reddedip başka bir dünya kurgulamamaları imkânsızdı. Yaşanılan hayat ne kadar kötü ve ne kadar az tatmin ediciyse, bu hayatın sonrası o kadar anlamlı hâle gelir ve insan, ölümü kabullenemediği için yarattığı hayali âlemleri düşleyerek yaşamaya başlar.

 İnanç, maddenin bilgisine sahip olmayan ilkel insanın hayatı anlamlandırma çabasının ötesinde, hayatın kaynağı ve sanal maddenin ötesindeki gerçek olarak algılanan bir şey hâline gelir. İşte insanların birbirlerini öldürmelerine sebep din burada ortaya çıkar.
 Henüz medya, eğitim sistemi, resmi ideoloji gibi tahakküm kaynakları yokken din hepsinin işlevini gerçekleştirmiş ve ilkel bir toplum mühendisliği olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. Bugün hayatımızda olan tahakküm kurumları, kilisenin yokluğunda ortaya çıkmış şeylerdir. Din, insanları manevi açıdan hipnotize edip iktidarın birer kulu hâline getirmeye yaramıştır. Bu, dindar insanlara yönelik bir itham ya da hakaret değil, kurumsallaşmış inancın açıklamasıdır.
. Eski Ahit'in tanrısı bir hükümdar gibi konuşur, çünkü dünyadaki hükümdar tasvirinin bütün evrene uyarlanmış hâlidir. Tanrı'nın trajedisi burada başlar; bir kar tanesini bile sanat eseri olarak yaratan yüce kuvvet, birden bire iktidarın ve kralların sözcüsü hâline gelmiştir.
Jean Baudrillard'ın imgesel tanrısı burada önem kazanır.(*) Kurumsallaşmış inancın insanlara verdiği dünyaya ve hayata dair bir açıklama getiren, manevi bir şey değil, kilise törenleri ve şehit masalları gibi sembolik şeyler verip onları iktidarın kesin tebaası hâline getiren bir hipnozdur.

 İnanç bireysel bir motivasyon ve rahatlama kaynağı olabilir, hatta zaman zaman insanların içinden çıkamadıkları kavramların (iyilik-kötülük, etik vs) anlaşılması için yardımcı olabilir ancak nazarımda bu onu gerçek yapmaz.
 Dünyayı iyi ve kötü olarak kesin çizgilerle ayırmak, onu doğru algılamamızı önler. Yaşam, aydınlık ve karanlık, siyah ve beyaz olarak ayrılabilecek kadar basit değildir. Ancak inanç dünyayı şeytan ve tanrı arasında ayırırken bir taraf seçmemizi ister ve hangi tarafı seçersek seçelim bir savaş içinde olduğumuzu söyler. Zerdüşt'ün Ahuramazda'sı ve Ehrimen'i insanlık tarihinde yerini aldığından beri dünya tanrı ile şeytanın savaş alanıdır. Bireysel hayatımızda ve düşüncelerimizde kurtulamadığımız bu mantık, inancın bize bir hediyesidir.
 İktidar bu yüzden inancı sever, çünkü cennetin anahtarının kendi elinde olduğunu söyleyip insanları şeytana karşı savaşa davet etmek onun gücünü arttırır.

 Kısacası; inanç meselesi şüphesiz ki bir yazıyla özetlenemeyecek kadar karmaşıktır. Ancak insanın kendisini kavrayabilmesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi için, kurumsallaşmış söylemlerin beynindeki yankılarından kurtulması gerektiğini söyleyebilirim. 

(*)Baudrillard'ın "İmgesel Tanrı"sından bu yazımda bahsetmiştim.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Yasak Meyvenin Mirası: Duvarsız Bir Hapishane



 Aldım başımı kaçtım. 
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa. 
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını. 
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. 
Tanrı bildim musibeti. 
Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. 
Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.

*Arthur Rimbaud - Cehennemde Bir Mevsim


 Doğan her bebek, kendinden önce yaşamış insanların kötü mirası içinde büyür. Kendinin ve çevresinin farkına vardıkça, bir birey olarak var olmaya başladıkça sırtındaki yük ağırlaşır ve kendi kararlarını verecek yaşa geldiğinde hayatının geri kalanını bu yük karşısında ne yapacağı belirler. Ondan kurtulmaya çabalayacak ya da onu bir parçası olarak benimseyip altında ezildiği bu ağırlığın acısını hissetmemek için yollar arayacaktır. Üzerine çökmüş bu ağırlığın bir parçası olduğunu ve onun gerçekliği olduğunu düşünmek acıyı unutturur, bu yüzden bu yolu seçen insan daha rahat bir hayat yaşar. Ancak onun sırtına bindirilmiş ve kendisini ezen bir yığıntı olduğunu fark eden insan acı çekecek ve daha zor bir hayat yaşayacaktır.

Semavi dinler, insanlığın Adem ve Havva'nın kötü mirasını taşıdığını söyler. Adem ve Havva, kendilerine yasaklanan meyveyi yiyerek cennetin nimetlerine yüz çevirmiş ve emirlere itaat etmemenin cezasını cennetten kovularak ödemişlerdir. İnsanlık tarihi, Adem ve Havva'nın kendilerine bahşedilen bir cennete yüz çevirip, aç gözlülüklerine yenilmesiyle ve yasak meyveye el uzatmasıyla başlar. Bu meyveye dokunmanın bedelini ise kendilerinden sonraki kuşakların acılar ve savaşlar içinde yaşayacakları fani dünyaya sürülmekle ödemişlerdir.
 Oysa insanlığı esir alan ve sırtına bir yük gibi binen günah, Adem ve Havva'nın yasak meyveye uzanmaları değil, bu eylemleri için cezalandırılmayı kabul etmeleridir. İnsanın hayatını çekilmez kılan şey, ilk ebeveynlerinin merakı ve açgözlülüğü değil, kendi doğal eğilimleri yüzünden cezalandırılmaya razı olmaları ve yasağı deldikleri için pişman olmalarıydı.

 Yasak Meyve hikayesinin anlattığı şey; değerlerin ve emirlerin insanın kendi eğilimlerinden daha değerli olduğudur.

 İnsanın esareti bu bilinç ile başlar. Eylemlerden önce neyin yasak olduğunu öğrenen insan, labirentte yürür gibi yürüyecek ve bütün eylemlerini çizgileri, sınırları olan bozuk bir bilincin belirlemesine izin verecektir. İnsanın esir düşmesinden daha kötü bir şey varsa, kendi zihnine başkaları tarafından yerleştirilen cümlelerin esiri olmasıdır. Kafasının içinde dönüp duran bu ses, dünyadaki bütün silahlardan daha tehlikelidir. Çünkü onu dinledikçe, hapsolduğu sınırların ardında korkunç şeylerin olduğuna ve bütün güvenliğini çizilen sınırlar içinde yaşamaya borçlu olduğuna inanır. Ahlâki safsatalarla yankılanarak onu esir alan bu korku, kendi özünden, doğal eğilimlerinde ve isteklerinden uzaklaşmasına, onları duvarın dışında tehlikeli bölgede bırakmasına, bilincinde yaratılmak istenen şekle dönüşmesine sebep olacaktır.

 Hapsedildiği sınırların cennet olduğuna inandırılan insan, sınırlara yaklaşmaya dahi cesaret edemeyecek ve onların ötesindekine karşı duyduğu merakı, kendi gerçekliğini umursamadığı ahlâki söylemlerle bastıracak ve bir türlü çıkamadığı dar alanda mutlu olduğunu zannedecektir. Sınırları koyan başkasıysa da canından çok koruyan bu aciz insanın kendisidir. Sınırların ardındaki her şey kötü olduğu için, oralarda görünen herkes düşmandır.

 Duyduğu korkuyu ahlâk olarak benimseyen ve aşamadığı sınırları korumak için canını feda etmeye hazır olan insan, dünyadaki en tehlikeli yaratıktır. Çünkü kendisine dayatılanları benimsedikçe özüne, insanlığa ve erdeme dair her şeyi kaybedecek, gardiyanlığa terfi eden bir mâhkum gibi kendisini esir alanların gözünde imtiyaz kazanmak için saldıracaktır. Kendinden uzaklaştıkça ondan yaratılmak istenene yakınlaşacak, insanlıktan uzaklaştıkça itaat eden ve öldüren bir makine olmaya yaklaşacaktır.
Çünkü en doğal eğilimlerini ahlâksızlık olarak benimsemiş ve onları dile getiren insanları aciz yaşamı için tehlike olarak görmeye başlamıştır. Karşısında taaruza geçtiği şey ise, başkaları değil, kabul etmediği kendi gerçekliğidir. Saldırdıkça kendi insanlığını daha çok unutacak ve kaçamadığı esaretinden zevk aldığı sahte yargılara daha çok bağlanacaktır.

 İnsanın kendi gerçekliğini bulması ancak çizilen bu sınırlara ve yaşamın değişmez yasalarıymış gibi benimsetilen safsatalara isyan etmesiyle başlar. İsyan ettikçe kendi eğilimlerine ve gerçekliğine daha çok yaklaşacak ve duvarın ardının söylendiği kadar karanlık olmadığını görecektir. Hıristiyanlar, insanların atalarının açgözlülüğüyle gelen günahtan vaftiz edilerek kurtulacağına inanırlar. Oysa insanın kendini esir alan bilinçten kurtulmasının tek yolu isyan etmektir.
Her başkaldırı, insanın özüne dönmek ve kendini kabullenmek için attığı bir adımdır. Çünkü kendine yabancılaştırılarak kontrol altına alınmıştır ve tekrar kendi olmanın tek yolu bu kontrolü yıkmak, egemenlerin lehine çalışan kendi öz-denetimden kurtulmaktır.

 İnsan itaat ettikçe, sistemin doğrularını kendi yaşamının değişmez gerçekleriymiş gibi kabullendikçe kontrol edilen bir bedene dönüşür. Kendisini bir bedenden ibaret olmaktan kurtaracak tek şey, isyan etmek ve ona bir canavar gibi gösterilen gerçekliğini kabullenmektir.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Hermes'in Laneti ve Mohawk Valley Yöntemi

"Asıl sorun, özgür bir toplumda mı yoksa bir çeşit kabullenilmiş totalitarizm altında olayların merkezinden uzaklaştırılmış şaşkın sürü olarak bir yerlere sürülen, dehşete düşürülen vatansever sloganları bas bas bağıran, hayatları için sürekli korku duyan, huşu işe kendilerini yok olmaktan kurtaran liderlere hayran olan; eğitimli sınıflarınsa bir emirle uygun adıma geçerek kendilerinden beklenen sloganları tekrar ettiği ve evinde değerlerini kaybederek gerileyen bir toplumda payımıza düşeni mi yaşamak istediğimiz. 
 Bu bir seçimdir. Yüzleşmek zorunda olduğumuz bir seçim. Böylesi soruların cevabı aslında büyük ölçüde senin benim gibi insanların elinde."
Noam Chomsky


 Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi adlı eserinde insanlığın bir kitleler çağına girdiğini ve yönetimin kişilerin insiyatifinde çıkıp kitleler tarafından belirlendiğini söylemişti. Ancak bunu söylerken, kitlelerin azınlıklar tarafından kontrol edilen ve kendilerine benimsetilen gerçeklerin dışına çıkamayan iradesiz çoğunluklar hâline gelebileceğini tahmin edemediğini düşünüyorum.
Çünkü her ne kadar iktidarın seyrini belirleyen halk kitleleriymiş gibi görünse de, bu kitlelerin iradesi basit bir oyundan ibarettir.
Ancak kitleler, iktidar için uyutulabildiği ve yalanlara inandırılabildiği sürece tehlikesizdir. Çünkü bir şeylerin farkına vardıklarında kendilerine nasıl aşağılıkça bir oyun oynandığını anlayacak ve yakın zamanda tanık olduğumuz gibi, bu sirkin sahiplerine ve soytarılarına karşı ayaklanacaklardır.
  İktidar, ayaklananmanın büyümesini önlemek için kendisine başkaldıran insanları, halkın geri kalanına kan emici yaratıklar olarak göstermek zorundadır. Kendini aklayabilmek için devamlı olarak yalanlar üretir ve bir beyin yıkama sistemi hâline gelen medya yoluyla insanları, kendisine başkaldıranların kötü olduğuna inandırır. Bu beyin yıkama, kitlelerin çocukların bile inanmayacağı kadar aptalca yalanlara inanmalarını sağlar.

 İşte Hermes'in Laneti tam olarak burada başlar. Hermes, Yunan mitolojisinde tüccarların, hırsızların ve kumarbazların koruyucusu, tanrıların en kurnazıdır. Apollon'un ineklerini çalar ve cezalandırılmak için Zeus'a götürüldüğünde bir kaplumbağa kabuğundan yaptığı gitarı çalarak Zeus'u ve Apollon'u etkiler. Zeus, Hermes'i cezalandırmak yerine ona bir çift kanatlı ayakkabı verir ve onu tanrıların habercisi yapar. 
Hermes'in en önemli özelliği yalancılığıdır. Zeus, Pandora'yı yaratırken yalan ve hile yetisini Hermes'ten istemiştir. Onun bir özelliği de itaatkar ve hizmetkâr oluşudur. Olympos eğlencelerinde tanrılara hizmet eder, onlar için odun keser, et pişirir ve bütün zamanını diğer tanrılara hizmet etmekle geçirir.
 Bugün medyanın büyük kısmı Hermes'i totem edinmiş gibi, onun geleneğini devam ettiriyor. Eğer politeizm günümüz toplumunda yaygın olsaydı, bugün herkesi provakatör ve terörist ilan eden penguen sever gazete ve televizyonların habercileri, TRT binasının olduğu yere Hermes'in tapınağını inşa eder heykelleri etrafında dönüp onun sunağında kurban keserlerdi. Hermes artık bir tanrı değil, mitoloji kitaplarında kalmış bir figürken bile onun geleneğine bu kadar sadık kalmaları bunu düşündürüyor. Tıpkı Hermes gibi bütün varlıklarını yalan ve hile üzerine kurup, egemenlerin sofrasında onlara hizmet ediyorlar.

 Medyanın manüpilasyonuna maruz kalıyorken ve onun tarafından, ülkenin büyük bir kesimine "vandal, terörist, kan emici" olarak gösteriliyorken bu sistemi ve nasıl işlediğini iyi anlamamız lâzım.
Bugün medyanın görevi, halkı devletin politikalarına alıştırmak, hiç bir insanın onaylamayacağı barbarlıklar devlet tarafından yapıldığında meşru göstermek ve insanlara sorunlarını unutturup dikkatlerini başka yerlere çekmektir. Diktatörlerin ve otoriter yönetimlerin, kolluk kuvvetlerinde daha çok önem verdikleri bir şey varsa o da propaganda ve bu propagandanın yayıldığı medyadır. Çünkü halkı kolluk kuvvetleriyle tamamen sildirmek zahmetli ve kesin sonuç vermeyecek bir iştir, ancak beyinlerini yıkayarak ve kendi yalanlarını mutlak doğruymuş gibi benimseterek teslim almak, devleti güçlendirecek ve silahın elde edemediği otoriteyi halkın üzerinde sağlayacaktır.
 1937'de Pennysylvania'da Johnstown çelik işçileri büyük bir grev yaptılar. 30lu yıllar boyunca ABD'deki işçi mücadeleleri sonuç vermeye başlamış ve işçiler 1935 Wagner Yasası gibi kazanımlar elde etmişlerdir. Doğal olarak bu durum sermayenin ve iktidarın pek hoşuna gitmedi. Bu yüzden grev kırma yoluna gittiler, ancak şiddete başvurmak işe yaramıyordu. Grevi kırmak için yapılması gereken şey propagandaydı ve bu propagandanın amacı grevcilerin topluma zarar veren bozguncular olduğuna inandırmaktı. Çünkü Amerika, işçi, işveren, ev hanımı ve bir çok insanın bir arada yaşadığı uygar bir toplumdu ve kötü niyetli bozguncular bu uyumu mahvetmeye çalışıyorlardı. Bu kara propaganda işe yaradı ve bu yöntem bir daha sonra da "Mohawk Valley Yöntemi" olarak grevlerin kırılmasında kullanıldı.*

 İşte bu yöntem, insanları kandırmanın en etkili yoludur. Sistem, insanlara çocukluktan itibaren benimsetilen bazı değerlerin tehdit edildiğinden ve eğer bozguncu sürüsü ortadan kalkmazsa zarar göreceğinden bahseder. Eğer işçiler grev yapıyorsa kutsal Amerika tehlikededir. Eğer birileri Kürtçe konuşuyorsa atalarımızın kanıyla kurulmuş yüce Türk devleti tehlikededir. Ne kadar farklı yerlerde kullanılırsa kullanılsın bu propagandanın özü aynıdır: ortada insanların ortak çıkarlarını ve toz pembe sistemi tehdit eden kötü niyetli insanlar vardır, bunlar mutlak huzurun sağlanması ve değerlerin korunması için yok edilmelidir.

 Düşünmeye üşenen ve sahip olduklarını kaybetme korkusunda olan kitleler, bu yapay tehditlerden korkarak beyne sahip olarak doğmuş hiç bir canlının inanmayacağı kadar ahmakça yalanlara inanmaya başlarlar. Dünyayı saran bir Komünizm tehlikesi olduğu için Ronald Reagan ve onun desteklediği El Salvador çeteleri  kahramandır. Müslümanlar medeniyeti tehdit ederken onların üstüne ordularını yollayan George Bush, medeniyetin koruyucusudur. Almanları Çingenelerin ve Yahudilerin zulmünde koruyan Adolf Hitler bir kahramandır. Kardeş kardeşi öldürürken tanklarıyla ülke yönetimini ele geçirip binlerce insanı işkencelerde öldüren Kenan Evren iyi biridir. Ulu bir önder ülkenin bütünlüğünü korumak için Dersim'de katliam emri verir. Faiz lobisi, ülkenin büyümesini çekemezken onun kışkırttığı çapulcularla mücadele eden Tayyip Erdoğan bir kahramandır, binlerce insanı yaralayan, işkence eden, taciz eden ve bazılarını öldüren polis ise cennetin kutsal koruyucularıdır.
Tüm bu kahramanlar, yüce insanlar binlerce insanın acı çekmesine sebep olmuştur ancak ülkenin bütünlüğü ve medeniyetin tehlikelerde korunmas yanında bunun lafını etmek yakışık almaz. Çünkü değerler uğruna bazı fedakarlıklar gösterilmelidir. Sistemin ve onun medyasının bize benimsettiği düşünce tam olarak budur. Hermes'in geleneğinde gelen medya her zaman ezenin yanında olacak ve ezilenleri yok edilmesi gereken kötü niyetli insanlar olarak gösterecektir.

 Bugün medyanın ikiyüzlülüğüne tanık olunduğu hâlde, insanların eski yalanlara inanmaya devam etmeleri ve kendilerini vandal olarak gösteren medyanın on yıl önceki yalanlarını hâlâ benimsiyor olmaları da trajikomik bir durumdur. Yaşadığımız ülkede kimse ABD'nin Irak'a baskı altındaki halkı kurtarmak için gittiğine inanmazken, herkes okyanus ötesinde üretilen bu yalanın farkındayken, Güneydoğu'daki sorunun sadece ihanet etmek için bomba patlatan birkaç başı bozuğun meselesi olduğuna inanmak oldukça popülerdir. İnsanlar bir yandan medyanın yalancılığına küfrederken, diğer yandan bu yalancılığa inanmaya devam etmektedirler.
 İşte kurtulunması gereken budur. Bilinmelidir ki, iktidar ve onun medyası halka asla doğruyu söylemeyecek ve medya tıpkı Hermes gibi, iktidarda olanlara ayırt etmeden hizmet edecektir.

*Noam Chomsky - Medya Denetimi

19 Haziran 2013 Çarşamba

İllüzyonun Reddi (Özgürlük Temsil Edilemez)


"Üyeler tarafından istenmeyen faaliyetlerin engellenmesi umuduyla kurallar veya iç tüzük hükümleri kabul edilir. Liderlik meşru kaygıları ele alarak yola koyulur, ancak çok geçmeden güç sayesinde yozlaşır. Faaliyetlerin diğer üyelerden gizlenmesini veya aldatmacaların kullanılmasını gerektirse bile, kendisi ve örgütlenme için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya başlar. Seçkinler kendilerinin dışlanmasını üyeler açısından güçleştirerek kendi yerlerini sağlama almaya teşebbüs ederler, ve sürekli olarak güçlerini arttırmak için çabalarlar. Seçkinler liderliğinin eleştirilmesini yasaklayabilirler, veya kendisine "sade" üyelerinkine baskın olan insan-üstü nitelikler atfedebilirler. En nihayetinde seçkinler artık üyelerin kontrolü altında değildirler, ve onlara meydan okunamaz. Örgütün tüm gücü ve kaynaklarıyla çılgınca etrafa saldırarak, ona karşı gelmeye cüret edenleri cezalandırabilir. Üyelik artık gönüllü değildir, örgütün yargı alanı içerisinde olduğuna karar verdiği herhangi bir şeyin sınırları içinde kalan kim olursa olsun bu ona dayatılır. Aslında zarar verilmesini engellemeyi amaçlayan yasalar ve otorite, seçkinler tarafından hedeflenen kimselere zarar vermenin bir aracına dönüştürülür."
-Ed Stamm - Rıza ya da Zorlama (Anarşist Bakış Çevirisi)

  Machiavelli Prens adlı siyasetnamesinde hükümdarın ayakta durabilmesi için baskı altında tuttuğu toplumun güvenini kazanması gerektiğinden bahseder. Hükümdar sert olmalı, egemenliğini devam ettirebilmek ve devletin devamlılığını sağlayabilmek için ahlâk ve kanun tanımaksızın her şeyi yapacak cesareti göstermeli ancak bunları yaparken halka kendisini bir iyilik meleği gibi göstermelidir. Çünkü ordu ne kadar güçlü olursa olsun, tebaası tarafından sevilmeyen bir hükümdar o koltukta kalamayacaktır.
Hükümdarın tanrının temsilcisi, ülkenin hükümdarın malı ve halkın hükümdarın kulu olarak algılandığı zamanlarda bile bu durum böyledir. Hükümdar kendisini halka iyi göstermek, onları yaptığı eylemlerin iyiliğine ve gerekliliğine inandırmak zorundadır.

 İktidar, kendini hükmedici değil temsilci olarak tanıtır. Kutsalın uygulayıcısı ve temsilcisidir. İlkel kabilelerde şef, aynı zamanda şamandı ve kutsal ruhlarla aracılık ettiğine inanılırdı. Kabile içindeki statüsünü bu inanca borçluydu. Krallıklarda ve imparatorluklarda lider tanrının temsilcisi ve emirlerinin uygulayıcısı olarak algılanıyordu. Ortaçağ'da gerek Hıristiyan gerek İslam devletlerinde hükümdarlar, dini liderler tarafından tanınıyor ve meşruiyetlerini onların verdikleri unvanlardan alıyorlardı. Bugün ise iktidar kendini halk iradesi olarak tanıtıyor. Halkın temsilcisi olduğunu, yetkisini halktan aldığını söyleyerek halka zulmediyor. Önceki yazımda bahsettiğim gibi, bu o iktidarın ve ya bu partinin politikasından çok, devletin gerçek yüzüdür.
Çünkü iktidar hiç bir zaman temsil ettiğini söylediği şeyleri umursamaz. Tüm bunlar iktidarın meşruiyeti değil, sadece kalkanıdır. İşte burada imgeyi anlamak gerekir.
 Jean Baudrillard, kitlelerin tanrı düşüncesini değil tanrı imgesini benimsediğini savunur. Çünkü kitlelerin sahip olduğu bu tanrı inancı, kurumsallaşmış bir dinin ve kilisenin dışına asla çıkamamıştır. Bu imgesel tanrı, kitlelere kilise törenleri, şehit ve aziz masalları ve bunun gibi sembolik şeyler verir. Kitleler putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Bir inanç, dava ve ya lider adına ölürken dini bir büyücü gibi gösterişli bir şekilde kullanarak emmişlerdir.*
 Bu imgesel tanrının dinlerin tanrısından ibaret olduğunu zannetmiyorum. Çünkü iktidar kavramları dejenere ederek kendine bir imge yaratır. Topluma o imgeden aldığını yetkiyle hükmeder. Halka hizmet etmek için geldiğini söylese de, külliyen yalandır. Bir evde hizmetçi olarak çalışan birinin ev halkını keyfi olarak dövmesi nasıl hayal edilemezse, halka hizmet için gelmiş birinin hizmet etmekle yükümlü olduğu halka zulmetmesi ve yaşamların kısıtlaması da hayal edilemez. 

 Kısacası, iktidarların tarih boyunca imgeleri olmuştur. Bu imgeler inançların, kavramların, düşüncelerin, ideolojilerin dejenere edilip içinin boşaltılmasından, anlamını yitirmesinden ibarettir. İktidarın kullandığı inanç, ideoloji nasıl anlamını yitirip aslında olduğundan farklı bir şeye dönüşüyorsa (bkz. Kuzey Kore) halk iradesi de iktidar için bir göz boyamadan ve imgeden ibarettir.

 Bugün halktan yetki aldığını söyleyerek zulmeden bir iktidarla karşı karşıyayız. Bütün caniliklerini ve hukuksuzluklarını seçim sandıklarıyla ve istatistiklerle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bunu iktidardaki kişinin art niyeti ve ya narsistliği ile yorumlamak doğru olsa bile, tek başına yeterli değildir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, gücün ve hükmün kendisine verilmesiyle tiranlaşacaktır. Bugün yaşadığımız iktidardaki kişinin tutumuyla ilgili olduğu kadar halkın sandığı irade gösterilen ve düşüncenin belli edilebileceği tek meşru yer olarak görmesiyle ilgilidir.

 Hepimiz oy vermenin ve kendimizi temsil edecek birini bulmanın özgürlüğün tek yolu olduğuna inandırıldık. Kendimizi ifade edebilmemiz için takım elbise giyen ve ağdalı konuşan bir temsilci bulup sandıkta onun adına ve ya tüzüğü ve propagandası hoşumuza giden bir partinin amblemine mühür basmamız gerekliydi. Milyonlarca insanın beş yüz küsür kişi tarafından temsil edilebileceği ve bunun toplumsal irade olduğu gibi komik bir yalana inandırıldık.
Parlamento ve seçim sadece kendimizi yöneteni seçtiğimize inanmamız için var olan komik bir tiyatronun parçalarıdır. Seçim aynı zamanda özgürlüğü ve bireysel iradeyi pasifize etmenin yoludur. Toplum, iradesini sandıkta gösterdiğine inanarak bütün özgürlük ve hak arayışlarından pasifize edilir. Böylece sandık sonuçları iktidarın bütün zorbalığının bahanesi hâline gelir.
 Eski Yunan demokrasisinde oy vermek sadece seçkinlerin (şehirde yaşayan özgür, kentli erkeklerin) hakkıydı. Dolayısıyla irade seçkinlere aitti. Bugün oy verme hakkına hepimiz sahip olsak da irade hâlâ seçkinlere ait. Bizim bu yanılgımız ayrıcalıklı bir sınıf yaratmış durumda. 
Kısa zaman önce milletvekillerinin maaş zammını öneren yasayı hiç bir sorun olmadan onaylaması gündemdeydi. Her konuda birbirlerine giren, tekmelerle ve tokatlarla saldıran, hakaret eden milletvekilleri söz konusu maaşları ve ayrıcalıkları olduğunda bir araya geldiler. Onlara bu yüzden kızmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum çünkü yaptıkları tek şey kendi sınıf mücadelelerini vermekti. Seçilmiş, yalıtılmış ve ayrıcalıklı bir konumdayken, yakınları bile toplumun geri kalanından daha ayrıcalıklıyken bu insanların fazladan birkaç bin lira istemeleri anormal değildir. Çünkü onları irademizin tek yolu olarak görmek, yapacakları bütün şimarıklıkları kabul ettiğimiz anlamına gelir.

 Halk, iradesini sandıktan ibaret gördüğü sürece iktidarda kim olursa olsun diktatörleşecektir. Bütün iktidarların temelde aynı olduğunu düşünüyorum, iktidarın reflekslerini ise halk belirler. Halk yönetilmeye hazır bir hâldeyse dikta doğal bir sonuçtur.

 Bugünlerde bu irade yanılgısını yenmenin önemini anlamamız gerekiyor. Son zamanlarda yaşananları bir parti/hükümet meselesine indirmek bu yüzden tehlikelidir. Çünkü dikta AKP'nin gelmesiyle başlamadı ve gitmesiyle bitmeyecek.
 Eylemlerin iktidarı korkutmasının en büyük sebebi insanların bu illüzyonun sahteliğini fark etmeleri ve iradesini kendilerine çizilen sınırlar dışında göstermeye başlamış olmalarıdır. Ancak söylemler iktidar üzerine yoğunlaşır ve mesele buraya indirgenirse bu komik döngü tekrarlayacaktır.
 Bugün sahip olduğumuz haklar ve özgürlükler bize verilmedi. Sekiz saatlik çalışma ve haftasonu tatili gibi haklar bile uzun mücadeleler sonucu alındı. Dolayısıyla iktidardan haklarımızı vermesini beklemek komik bir beklentidir.
 Parklarda yapılan forumlar bu yüzden önemlidir. Halkın doğrudan irade göstereceği bu forumlar yaygınlaştırılmalıdır. Böylece bu mücadele belli bir kesimin mücadelesiymiş gibi görünmekten çıkacaktır.

 İktidar kontrol edemediği bizleri sindirmek için elinden geleni yapmaya devam edecek. Kolluk kuvvetlerini üstümüze sürecek, savcılarıyla ve hukukla gözümüzü korkutacak, sopalı kenar mahalle milisleriyle bizi yıldırmaya çalışacak. Ancak tüm bunların boşa çıkacağını göreceğiz. Çünkü kaybetme korkusu taşıyan bir iktidar, karşısındaki harekete olağan gücüyle saldırmaya başlar. 12 Eylül'de kitapların yakılması boşuna değildir, çünkü zorbalığı sona erdirecek olan şey bilinçtir. Bilinci engellemeyen iktidar ise bilinçlenmiş ve ya bilinçlenmekte olan insanlara var gücüyle saldırır. 

 Durum böyleyken meseleyi iktidardaki isimlerin değişmesine indirmek bir bilinç bunalımına yol açar. Kimse tarafından temsil edilmeyeceksiniz. Özgürlüğünüz tahta sandıklarda gerçekleşip politikacılar tarafından dile getirilmeyecek kadar değerlidir. O size verilmez, zaten sizindir ve yapmanız gereken sizin olan yaşama hakkını geri almaktır.

*Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, İstanbul 1991, Ayrıntı Yayınları, s.10-11

12 Haziran 2013 Çarşamba

Çapulcu Denemeler


Burjuva toplumu sadece denklik kuralını mantıksal ve tarihsel aşırı uçlara taşımıştır. Bütün insanlar alıcılar ve satıcılar olarak eşittir herkes serbest piyasa ortamında egemen egodur. Bir zamanlar insanlığı boylarda, klanlarda,  kabilelerde, polisin kardeşliğinde ve loncanın mesleki cemaatinde birleştiren bağlar tamamen çözülmüştür. 
Kolektif insanın yerini monadik insan alır; geçmişin kan bağı, kardeşliği ya da meslek bağları yerlerini mübadele ilişkisine bırakır. Burjuva piyasasında insanlığı birleştiren şey rekabettir: Tek bireyin herkese karşı evrensel düşmanlığı. Rakip sermayeler, el koyan ve savaşan burjuva girişimler düzeyine erişen piyasa acımasız bir kuralı dayatır: “Büyü ya da öl”; sermayesini katlayamayan ve rakiplerini yutamayanlar yutulacaktır. Kişiliğin bile alınıp satılan bir nesneye indirgendiği bu giderek daralan toplumsallık dışı ilişkiler kümesinde, toplum üretim için üretim kuralına bağlıdır. Denklik kendisini bir mübadele değeri olarak sunar; paranın dolayımıyla, bütün sanat eserleri, hatta her ahlaki kaygı değiştirilebilir bir miktara indirgenir. 
Toplumun üretim için üretim kuralıyla yönetildiği ve büyümenin ölümün tek panzehiri olduğu bu nicel denklikler alanında, doğal dünya doğal kaynaklara, benzersiz bir başıboş sömürü alanına indirgenir. Kapitalizm, doğanın insan tahakkümüne sokulması doğrultusundaki kapitalizm öncesi nosyonu onaylamakla kalmaz, aynı zamanda doğanın talanını toplumun temel yasasına dönüştürür. Üretim için üretim ilişkisi, burjuvanın sapkınlığı sonucunda değil, hem yön verdiği hem de boyun eğdiği bizzat piyasa ağının sonucu olarak yaratılmıştır. Ona ekonomik çıkarlardan önce insan çıkarlarını gözetmesi doğrultusunda çağrıda bulunmak, otoritesinin onun maddi varlığının bir işlevi olduğu gerçeğini göz ardı etmek demektir. Ekonomik çıkarlarından ancak toplumsal gerçekliğini inkâr ederek, aslında, insanlığını kurban eden otoriteyi inkâr ederek vazgeçebilir. 
*Murray Bookchin - Ekolojik Bir Topluma Doğru

 Gezi Parkı'na bu olaylar başladığından beri üç kez gittim, bir gece kaldım ve dün akşam kurşun askerlerin hiç bir sebep yokken parka saldırmasına şahit oldum. Amerikan askerlerinin Irak'ta yaptıklarıyla bu adamların Gezi Parkı'na ve ülkenin her yerinde bu durumu protesto eden insanlara yaptıkları arasında bir fark olduğunu düşünmüyorum. Nasıl Amerikan askerlerine Iraklıların "medenileşmemiş" canlılar olduğu ve yok edilmelerinin meşru olduğu söylendiyse, belli ki kurşun askerlere de bizim hakkımızda benzer şeyler söylenmiş. Bu barbarlığın sebebi üzerine bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. 

  İktidar, bütün meşruiyetini, egemenliğini yalanlar üzerine kurmuştur. Bütün alçakça eylemlerini masum göstermek için yalanları vardır. Eğitim kurumları, insanları iktidarın yalanlarından oluşan bir dünya görüşünün içine yerleştirir. Ancak bu yalanların devamlılığını sağlamak medyanın görevidir. Medya, insanları iktidar adına hipnotize eder. Sistemin işlemesi için medyanın inandırıcı olması, insanların gözünde gerçekçi olabilmesi ve doğru/yanlış bütün söylemleri kabul ettirip bütün olayların iktidarın lehine çevirebilmesi gerekir. Ancak iktidarın en çok korktuğu şey, medyanın çuvallamasıdır. Medya çuvalladığı ve inandırıcılığını yitirdiği zaman iktidar insanları bir şeylere inandırmaya çalışmayacak, zaten kör kütük inanan insanlara konuşmak için bir şeyler verecektir. Gezi Parkı olaylarıyla başlayan toplumsal patlama bize bunu gösteriyor. Medya inandırıcılığını yitirdi ve otorite kutsal fedaileriyle baş başa kaldı! İşte yaftaların önemi burada başlıyor.
 Otorite, karşısında yaptıklarından memnun olmayan ve yalanlarına inanmayan bir kitle bulduğu zaman yaftaların arkasına sığınır. Bu yaftalar bir anlamda otoritenin kendini nasıl tanımladığını, nasıl bir ötekiye sahip olduğunu belirler. Kendi kitlesinde meşruiyet kazanmak ve gaddarca eylemlerini haklı çıkarmak, silahlı güçlerini birer melekmiş gibi göstermek için ötekilere ve onları yaftalamaya muhtaçtır.
 Bugün iktidar, inandırıcılığını kaybetmenin etkisiyle barbarca saldırıyor. Bütün iktidarlar kuzu postu giymiş canavarlara benzerler, üstlerindeki post yırtıldığında saklayacakları bir şey kalmadığı için canavar gibi davranmaktan çekinmezler. Birkaç yıl önce demokrasi havarisi, insan hakları savunucusu olarak bilinen, Türkiye'de ve dünyada böyle reklam yapan -hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum ama yabancı bir gazete AKP'nin ikinci kez seçilmesini Franco rejiminin bitmesine benzetmişti- iktidar, göz boyama yeteneğini kaybedince dünyanın her yerinde bulunan devlet fetişistlerinden aldığı güçle barbarca saldırmaya başladı. Kitlesine de bu saldırdığı insanların çapulcu olduğunu söyledi. Yaptığı tek şey kendisine her koşulda inanacak bu kitleyle konuşacak bir şeyler vermekti. 

 Hiç bir yaftayı bu kadar sahipleneceğimi düşünmezdim. İktidar, karşısında tek bir yerden organize edilen bir kitle olmadığı için "komünist, PKKlı, darbeci, faşist, anarşist, terörist, CHPli("ha" ile okunur), bolşevik, vs" gibi bir yafta bulması imkansızdı bu yüzden daha geniş, toplumun her kesimini ve her görüşünü kapsayabilecek, birleştirici bir kelime buldu. Çünkü her ne kadar aksini iddia etse de bu kitle organize edilmiş, yönlendirilmiş, belli bir ideolojiden beslenen bir kitle değildi. Bu politik bir eylem değil, toplumsal bir patlamaydı. Bu, devletin sevmediği insanların, soysuzların ve çapulcuların isyanıydı.

Delilik ve Çapulculuk:

 Desiderus Erasmus; deliliği insanın gerçeğe ulaşması ve özsaygıdan kaynaklanan gerçek mutluluğa sahip olması için tek yol olarak görür. Deli, aklını değil düşünsel zincirlerini yitirmiştir. Rahat bir hayat yaşayabilecek ve sevilen biri olabilecekken huzursuzluk yaratan, soyluların keyfini kaçıran ve insanların yapay mutluluğunu reddedip, gerçek mutluluğun acısını çeken bir varlık hâline gelmiştir. Bilim, sanat ve felsefe delilerin işidir ve bilgelik deliliktir. Erasmus, Sokrates'in deliliğini şöyle açıklar:
"Hakkında ileri sürülen sürülen suçlamalara ve onu mahkûm eden yargıya kim sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı karşısında secde edeceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni öğrenmiş olsaydı, bu felâket başına gelmezdi."*
Deli, söyledikleri dikkate alınmayacak kadar aklını yitirmiş denildiği hâlde azını açtığı an susturulması gereken bir canlıdır. Bu iktidarın deliliğe bakışını ve ona duyduğu nefretin sebebini gösterir. Çünkü deli, kralın değil kendi aklının kölesidir ve kralın yalanları onun beynine etki etmeyecektir. Bu yüzden tarih boyunca şeytanın kölesi olduğu söylenmiştir.
Ortaçağ'da deliler, bedenlerinin cinlerin ve şeytanın esiri olduğu söylenerek yakılırdı. 
Faucault'ya göre iktidarın deliliğe -bugün için marjinallik de diyebiliriz- bakışı pek değişmedi. Ortaçağ'ın olduğu gibi modern zamanında delileri vardı. Deliler büyücülerin torunu olmasa da psikiyatri, engizisyon geleneğinin devam ettiricisidir. Amacı topluma uymayanları, dairenin dışındakileri ve delileri, beyinlerini kesip biçip tedavi etmek, iktidar ve toplum için mâkul biri hâline getirmektir.

 Deli, kontrol edilemez bir canlıdır. Bu kontrol edilemezliği onu iktidarın ve fedailerinin gözünde şeytani bir varlık hâline getirir. Devlet kendine her zaman bir şeytan bulacaktır. Bir örnek vermek gerekirse, Amerikan çizgi romanları çirkin Komünistlerle savaşan kahramanlarla doludur. Devlet kendi otoritesine karşı çıkan herkesi yarattığı şeytanın uşağı olarak lanse eder. Otoriteye karşı çıkan insan, şeytan tarafından ele geçirilmiş, kandırılmış, ruhu kötüleşmiş ve ihanet etmiştir. Aklını ve vicdanını yitiren bu insan, susturulmalı ve ülkenin güvenliği, halkın huzuru için yok edilmelidir.
 Bugün hükümetin ve ona yakın basının Soğuk Savaş paranoyalarını tekrar tekrar pişirip servis etmesiyle bu algının hiç değişmediğini gördük. Bugün bir çok insanın gözünde faiz lobisi tarafından kullanılan, bilerek ya da bilmeyerek bütün amacı ülkenin kötüye gitmesi olan yeraltı teşkilatlarına hizmet eden bir deli yığını var. Sevgili çapulcu dostlarım; bu yığın biz oluyoruz. Aklımız ve ruhumuz devletin şeytanları tarafından ele geçirilmiş. İş adamları, sermayedarlar hükümeti desteklerken, yabancı basın onu göklere çıkarırken ortada olmayan faiz lobisi, bir gece ansızın ortaya çıktı ve bütün eylemlerimiz ona dayandırıldı. Medya inandırıcılığını kaybedince hükümet ve onun kör kitlesi kendi yalanlarını üretmeye başladı ve bu konuda pek profesyonel olmadıkları için komik olmaya başladılar. İşte bu komik propagandalarla deli(çapulcu) ilan edildik. Soylu ve iyi insanların huzurunu bozmak, iyi giden her şeyi mahvetmek için bir cinliler ordusu olarak ülkenin her yerinde sorun çıkarmaya başladık. 
 Kısacası, bugün üstümüze yapışan ve benimsediğimiz bu sıfatın geçmişi deliliğe dayanır. Biz deliler ve çapulcular olarak onların huzurunu kaçırdık. Kontrol edilemediğimiz ve palavralara inanmadığımız için kötüyüz. Kör kitleler, düşünmeye pek zahmet etmedikleri için başkalarının düşünebildiklerine de pek ihtimal vermezler. Onlara göre karşı çıkamadıkları otoriteye başkaldıran herkes ya kandırılmış ya da art niyetlidir. İktidarın ve kör kitlenin gözünde sahip olduğumuz görüntüyü böyle açıklayabiliriz.

Farkındalık, Sabrın Tükenmesi ve Delirme Eşiği (Çapulcu Olmak)

John Carpenter'ın They Live filminin iyi bir sistem eleştirisi olduğunu söyleyebilirim. Filmin ana karakteri Nada bir inşaatta çalışmaya başlar ve iş yerinde tanıştığı biri onu kalması için kilisenin yanındaki bir araziye götürür. Orada televizyon yayınları zaman zaman kesilip, yaşlı bir adamın başkaldırı üzerine korsan yayınları verilmektedir. Nada, bu yayınların kiliseden yapıldığını fark eder, merak edip içeri girer ve kilisenin bodrumunda bir koli güneş gözlüğü bulur. Bu gözlüğü takmasıyla insanların uzaydan gelen bir tür tarafından yönetildiğini fark eder. Bir makineden yaydıkları sinyaller onların insan gibi görünmesini sağlasa da gözlükleri bu sinyallerin etkisini yok eder ve gerçeği görmeyi sağlar. Spikerler, polisler, politikacılar uzaydan gelen bu türdendir. Reklam tabelalarının, broşürlerin, haber programlarındaki dekorların, gazetelerin ardında "İtaat et, uyu, sekiz saat çalış sekiz saat uyu, sorgulama, kabullen, üre ve çoğal" gibi emirler vardır. İnsanlar bu yollarla dünyayı işgal eden bir tür tarafından kontrol edilir.
Nada, bunu fark edince kendini terörist diye adlandırılan insanların yanında bulur. Bu gözlüğe sahip olup gerçeği gören herkes halka toplum düşmanı diye tanıtılmış, marjinalize edilmiştir. Hükümet ve basın bu insanların terörist olduğunu söyler ve polis gerçekte ne olduğunu gören teröristleri yok etmek için elinden geleni yapar.

 Gerçek hayatta medyanın, filmdeki sinyallerin yerine geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Medya, beynimize sinyaller göndererek politikacıları, iktidarı ve onun kolluk kuvvetlerini iyi ve gerekli görmemizi sağlar. Onlara itaat etmeyen herkesin de terörist olduğundan, toplum düşmanı olduğundan ve ya demin bahsettiğim gibi ruhu ele geçirilmiş bir varlık olduğundan bahseder. Medya inandırıcılığını yitirdiğinde beynimize salgıladığı bu sinyaller etkisizleşir. İktidarın yalanlar üzerine kurduğu tapınak oldukça hassastır, bir parçası çekildiğinde yıkılıverir. Bir yalan fark edildiğinde söylenilen her şeyin bu yalanla bağlantılı olduğu fark edilir ve beynimizdeki kör kutsal böyle toza dönüşür.
Hareketin başlangıç noktası bu oldu. İnsanlar gerçekte olan ve medyada gösterilen çelişince, medyanın inanılırlığını sorgulamaya başladılar. 1 Mayıs'ta terörist olarak gördükleri insanların polis tarafından haksız yere saldırıya maruz kaldıklarını gördüler. Reyhanlı'da patlamalar olurken medyanın üç maymunu oynamasıyla onun güvenilmezliğini anladılar ve Gezi Parkı'nda sadece kitap okuyup şarkı söyleyen insanlara saldırılınca ayaklandılar. Çünkü iktidar inandırıcılığını yitirdi ve sinyaller bozuldu. İnsanlar sokaklara dökülürken ve polisler acımasızca saldırırken medya penguenlerle ilgileniyordu. İnsanları ayağa kaldıran ve teröristlerin, delilerin, marjinallerin tarafına geçiren bu değişim oldu. 
Bu ayaklanmalarda farkındalık kadar, sabrın tükenmesi de önemlidir. Bu bir toplumsal patlamadır, mesele Gezi Parkı'nın ötesinde, iktidarın yaptıklarına halkın artık sabredemeyişindedir.
Toplumların da insanlar gibi psikolojileri vardır. Kendini baskı altında hisseden bir toplum, baskı altındaki insan gibi cinnet geçirecektir. Bir kişinin toplumu şekillendirme çabası, toplum mühendisliği her zaman toplumda negatif bir etki bırakır ve isyana sebep olur.
Montgomery Otobüs Boykotu, Rosa Parks'ın otobüste bir beyaza yer vermediği için tutuklanmasıyla başladı. Alabama'da yaşayan siyahiler, belediye otobüslerini boykot etmeye başladılar. Daha sonra saldırılara uğradılar, olaylar büyüdü ve en sonunda Alabama eyaleti ırkçı yasalardan vazgeçmek zorunda kaldı. Mesele sadece Rosa Parks'ın tutuklanması değildi, bu olay sadece bardağı taşıran son damlaydı. Alabama'daki ırkçı uygulamalar siyahilerin sabrını tüketmişti ve bardağın taşması için bir damlaya ihtiyaç vardı.
 Gezi Parkı olaylarını da böyle görebiliriz. Gezi Parkı'nın yıkımı, bir çok insan için isyanın sebebi değil, ateşleyicisidir. Çünkü bilinç ne kadar görmezden gelmeye çalışırsa çalışsın, bilinçaltı olayları öfkeye çevirecektir ve öfke bir yerde patlayacaktır.

 İnsanları birer çapulcuya çeviren, medyanın inandırıcılığını yitirmesi ve iktidarın keyfi zorbalıklarına karşı sabrın tükenmesi olmuştur. İnsanlar normalin ve mâkul olanın dışına çıktılar ve delirmeye başladılar. Bu olayların bir devrim olduğunu söylemek bence hayalperestliktir ancak en azından doksan yıllık devlet putunun yıkılmasına yardımcı olacağına dair umudum var.

Robotlaşma ve İktidarın Muhafızlığı

 İki yıl önce Radikal Gazetesinde okuduğum bir habere göre, polis saldırırken yaptığının farkında değildi. Bir polis memuru, eylemci bir kadını tekmelediğini sabah kahvaltısı yaparken izlediği haberde fark etmişti. Olayı hatırlamıyordu. Çünkü aç bırakıldı, vahşileştirildi ve bir ölüm makinesi hâline getirildi. Bugün maruz kaldığımız ve şahit olduğumuz şiddet, insanlığını yitirmiş ve bilinci yok edilmiş canlıların iktidar tarafından üstümüze sürülmesinden ibaret.
 Kurşun askerlerin rolünden bahsetmeden önce, nasıl bir psikolojiye sahip olduklarını görmek gerek.
 Philip Zimbardo'nun yaptığı Stanford Hapishane Deneyi, üniformanın ve otorite temsilciliğinin insanı nasıl vahşileştirdiğini görmek için yeterlidir.
Zimbardo, Stanford Üniversitesi'nin bodrum katında yapay bir hapishane yarattı ve denekleri mahkum ve gardiyan olmak üzere iki gruba böldü. Denekler kendilerini rollerine fazla kaptırdılar ve Zimbardo bir süre sonra deneyi durdurmak zorunda kaldı. Çünkü gardiyanlar kendilerini rollerine kaptırmışlardı ve mahkumlara ciddi anlamda şiddet uyguluyorlardı. Bu gardiyanların bir kısmı şiddetten yargılandı ve mahkumlar ciddi tramvalar geçirdi. Bir deney için gardiyan rolünü üstlenen insanlar bu kadar vahşileşirken, silahlarla donatılıp adaleti sağladığı söylenen varlıkların vahşileşmesi ve öldürmek için saldırması sürpriz değildir.
Kurşun askerlerin üstlendikleri tek rol, otoritenin temsilciliğidir. Her ne kadar bugün belli siyasi görüşlerin, cemaatlerin örgütlenmesinden bahsedilse de bu hiç bir anlam ifade etmez. Çünkü bu insanlar bir düşünce sistemine ve siyasi görüşe sahip değillerdir, kendinden geçmiş ölüm makinelerinin ideolojisinden bahsetmek komik olur, yegane amaçları iktidarın baskısını insanların üzerinde hissetirmektir.
Yahudi Soykırımı'nda gettolardaki Yahudi polislerinin önemi büyüktür. Bu polis birimleri Nazilere gönüllü olarak hizmet ediyorlar ve onların otoritesi adına kendi halklarını eziyorlardı. Çünkü iktidarın temsilcisi ve uygulayıcısı olmanın verdiği güç akıllarını ve vicdanlarını yok etmişti. Üstümüzdeki şiddet, böyle bir robotlaştırmanın ürünüdür. Varlığını feda ederek büyüyen insanların, bir süre sonra üniformaya ve onun temsil ettiği şiddete benliğini feda etmesinden ibarettir.
Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann, yargılandığında sadece emirleri yerine getirdiğini söylüyordu. Bugün bu varlıkları savunanlar da onlar için aynı şeyleri söylüyorlar. Bir çok insan, öldürmek için saldıran bir grubun emir kulu olduğu için masum olduğunu iddia ediyor. Ancak bu oldukça anlamsız. Eğer öyleyse Filistin'deki İsrail askerlerini, Irak'ta milyonlarca insanı öldüren ve işkence eden Amerikan askerlerini kolaylıkla aklayabiliriz.
Zaten diğer devletlerin terörü vahşet iken yüce devletimizin terörü "savunma"dır ve kolluk kuvvetleri de masum emir kullarıdır. Devlet fetişistlerinin düşünce yapısı böyledir.

Kendi Kendini Yiyen İnsan


Erysikhton'un hikayesi bencilliğine yenilen ve bitmeyen hırsının bedelini ödeyen insanın hikayesidir. Erysikhton, şimarık bir adamdır. Yenilgiyi asla kabullenmeyen biridir. Bir gün Demeter'in bahçesindeki ağacı kesmeye karar verir. Bahçeye girer ve Demeter'in çok sevdiği meşe ağacını keser. Bunu öğrenen Demeter, Erysikhton'u sonsuz bir açlıkla cezalandırır. Erysikhton, bulduğu her şeyi yemeye başlar ama asla doymaz. Bu açlık öyle bir hâle gelmiştir ki, en sonunda kendi kendini yemeye başlar ve böyle yok olur.
 Bencil ve hırsını yenemeyen insanların sonu Erysikhton'a benzer. Bu hırsları onlara bitmek bilmez bir açlık sağlar, asla tatmin olmazlar ve hırslarından kendi kendilerini yemeye, kendilerini bitirmeye başlarlar. Karşımızdaki iktidarın hikayesine ne kadar benziyor! Tiran, iktidarı almış olmanın gücüyle hareket etti, her şeyi kontrol etmeye ve aklından geçen her çılgınlığı yapmaya çalıştı. Çünkü sonsuz bir açlığa sahipti. Bu açlık o kadar büyüdü ki kendi kendini yemeye başladı. Belki de hiç bir gücün ve iktidarın sonsuza kadar sürmeyeceğini unutarak bir açlık krizine, bir hırs nöbetine yakalandı. Tiran acınası durumda, kendi kendini yiyor ve Demeter'in bahçesine saldırmanın bedelini kendini tüketen bu hırsla ödüyor.

Bazı Çapulcular İçin (Nacizane Tavsiyeler)

 Karşılaştığınız şey, o hükümetin ve ya bu başbakanın iradesi değil, devletin gerçek yüzüdür. Farkında olarak ya da olmayarak devlet babaya isyan ettiniz. Bu hükümetin devrilmesi, bir başkasının gelmesi, iktidarda hangi partinin ve ya kişinin olacağı hiçbirşey ifade etmeyecek. Bunun bir devrim olduğunu düşünmek hayalperestliktir.
Haklarınızı talep etmek ve yaşam alanınızı korumak için iktidarlara ve partilere güvenmeyin. Mihail Bakunin "En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar'dan daha beter olacaktır." der. Bir çoğunuzun yüceltmeye devam ettiği, bayraklarını taşığı şey, aynı sistemin bir parçasıdır. Türkiye'de rejim değişmedi, sadece kendi içinde sürümler üretti.
Devleti kutsallaştırmaya devam ederek varabileceğiniz bir yer yok. Hükümetin bu olaylarla devrileceğine ihtimal vermiyorum, öyle olsa bile bir şey ifade etmeyecek. Mesele o hükümeti ve ya bu partiyi devirmek, yerine başkasını getirmek değil, haklarımızı almak, yaşamımızı korumak ve hükümetin üzerimizdeki baskıyı kaldırmasını sağlamak, özel hayatımızı ve yaşam alanlarımızı otoritenin tecavüzünden kurtarmaktır.
Bir öfke patlaması yaşıyorsunuz, çünkü gördüğünüz şeylere artık tahammülünüz kalmadı. Üstelik hükümetin sizi marjinalize etmesi, yaftalar yapıştırması hoşunuza gitmiyor. Ancak medyanın maskesi düştü ve siz daha önce size öcü gibi gösterilen insanlarla artık saftasınız. Artık eşcinsellere, transeksüellere ve hayat kadınlarına hakaret etmekten vazgeçin. Size kötü gösterilen, toplumun dışladığı bu insanların kötü olmadığını, sizinle aynı şeyleri savunduklarını ve sizinle hiç bir sorunları olmadığını gördünüz.
 Ayrıca yıllardır bazı olaylara medyanın gözüyle baktığınız ve o medyanın nasıl bir şey olduğunu artık biliyorsunuz. Sinyaller bozuldu, artık gördüklerinizi kabullenmelisiniz.
Tekrar söylemek gerekirse: mesele o hükümet ve ya bu başbakan değil, iktidarda kim olursa olsun yaşam alanlarımıza müdahale etmesini önlemektir.

 Gözlerinizdeki perde kalktı, artık sizi kimse durduramaz, sadece size son günlerde yalan söyleyen iktidarın ve medyanın hayatınız boyunca yalan söylediğinin farkına varın. Aksi takdirde insani istekleriniz basit politik hesaplaşmalara sıkışacak ve bunu istemezsiniz.

*Deliliğe Övgü, Alter Yayıncılık, Ankara 2008, s.51

9 Nisan 2013 Salı

Hastalıklı Bir Estetik Algısı


Moda sektörü kadını öncelikle bir imaj olarak sunar ve ürettiği kadın imajlarını medya aracılığıyla yaygınlaştırır. Kadınlar her gün her yerde karşılarına çıkan bu imajlardan etkilenir ve “işte kadın olmak böyle bir şey olmalı” derler. İşte kadınlar böyle düşünmeye başladıkları anda kendilerine rağmen başka bir şeye dönüşmeye de başlamış olurlar. Tüm bu süreci kendi özgür seçimiymiş gibi algılayan kadın iktidarın tuzağına düşer. Sonuçta moda, medya ve reklam sektörü işbirliği içinde, kadınların nasıl besleneceklerinden nasıl konuşacaklarına, nasıl duygulanacaklarından nasıl giyineceklerine kadar her şeyine karar verirler.
 Moda sektörü kadının kişiliğini parçalar. Kadınlar, patriyarkadan sonra kendilerine ait olmayan bir dünyada yaşadıkları için kendilerini gözetlemeyi öğrenmişlerdir. Moda sektörü de benzer bir şey yapar; kadınları seyirlik bir nesne yapar, “estetik açıdan” gözetler. Böylece iktidarın en sinsi biçimi olan içselleşmiş otorite daha da güçlenir. Bu süreçte kadının kişiliği, gözetleyen yan (erkeğin bakışı) ve gözetlenen yan (kendisi) olarak ikiye bölünür; kadın kendisine yabancılaşır.
 Görüldüğü gibi modanın kadınlarla özdeşleştirilmesi nedensiz değildir. Tek kelimeyle kadınlar modanın saldırısı altındadır. Nitekim moda kadınlara birçok açıdan zarar verir.

*Esra Yılmaz - Estetik Bir Saldırı: Moda (Meydan Gazetesi / Mart 2013)


 Güzellik algısı, insan beyninin nesneleri ve görüntüleri tanımlamasının doğal bir sonucudur. İnsan bu algıya kendiliğinden sahiptir, tarih boyunca da sahip olmuştur. İnsanın bir güzellik anlayışına sahip olması, gördüklerini buna göre algılaması ve kendini bu güzelliğin içinde görmek istemesi gayet doğaldır.
Ancak bugün, bu doğal algının ötesinde, hastalıklı bir estetik algısıyla karşı karşıyayız. İnsanın nesneleri yorumlamasından öte, bireyi kontrol etmeye ve sınıflandırmaya yönelik, insanları çeşitli görüntülere mahkum eden, insanları tıpkı fabrikada üretilmiş gibi kategorize eden, insan doğasına ve sağlığına aykırı görünümlere mecbur bırakan, sakat bir güzellik algısıyla karşı karşıyayız.

 Bunu anlayabilmek için öncelikle görünüşçülüğü anlamamız gerekir. Hepimiz ırkçılığın, dini hoşgörüsüzlüğün, cinsiyetçiliğin kötülüğünden, insanları ötekileştirdiğinden ve insanları tanımlamak için oldukça dar kalıplar olduğundan bahsederiz ancak algılarımıza işlemiş görünüşçülük hastalığını çoğumuz fark etmeyiz. Bugün bir çoğumuz görünüşçülüğün şiddeti altındayız, daha kötüsü bu şiddeti başkalarına karşı kullanıyoruz.
Görünüşçülük, bizi çocukluk yaşlarımızda etkisi altına almaya başlıyor. Etrafımızdaki insanları vücut şekillerine göre kabulleniyor ve ya dışlıyoruz. Bu çoğu kişi için önemsiz bir çocuk yaramazlığı olarak görünecektir ancak  çocuk yaramazlığından öte, bir yetişkin ahmaklığının çocuklara yansımasıdır. Çocuk, ailesinden ve çevresinden öğrendiklerini kabullenir ve insanları bu öğrenilmişliğe göre değerlendirir. Akran zorbalığı(bullying)na* maruz kalan çocukların bir çoğu dış görünüşleri yüzünden arkadaşlarının hedefi olur. Oynadıkları oyuncak bebeklerde, izledikleri filmlerde, resimli kitaplarda ve bunun gibi bir çok şeyde bir güzel görünüm tanımına sahip olan çocuk, bu görünüme uymayan diğerlerini dışlar ve kendi uymadığı takdirde kendinden nefret eder. Görünüşçülük hastalığı, dünyayı algılamaya henüz başlamış bir beyne böyle yerleşir. Bu mikrop, büyüyen beyinle birlikte büyüyecek ve algıları ele geçirecektir.

 İnsanlardaki bu anlamsız takıntıyı oluşturan ise büyük ölçüde medyadır. Medya, filmler, diziler, dergiler, reklamlar yoluyla bir estetik anlayışı oluşturur ve insanlara bu estetiği benimsetir. Sistem hayatımızın her alanına müdahale ettiği gibi, estetik anlayışımıza da müdahale eder ve nasıl güzel olacağımızı, neyi güzel bulacağımızı bize söylemeye başlar. Guy Debord; "Gösteri, metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeyi başardığı andır."** der. Bize meta olarak, metayı pazarlama yöntemi olarak dayatılan algı, toplumsal yaşamımızı işgal etmiş durumda. Biraz klişe olsa da, rol yapmaya ve bu role uygun görünmeye zorlanıyoruz. Bitmeyen bir gösterinin parçasıyız, evimizi terk ederken kendimizde sahneye çıkar gibi değişiklikler yapıyoruz, üstelik çoğumuz, tiyatrocuların ve sinema oyuncularının aksine yaptığımız şeyin gerçek olmadığının farkında değiliz.

 Bu şiddete en çok maruz kalan, ondan en büyük zararı gören ise şüphesiz ki kadındır.

 Kadının maruz kaldığı kötü durum, görünüşçülükten ibaret değil. Güzel görünme zorunluluğu, kadın üzerinde her zaman bir baskı olmuştur. Kadının bir birey olduğu asla kabul edilmez, erkek için var olduğu ve erkek için iyi görünmesi gerektiği düşünülür.
Kadının güzelliği sağlığından ve hayatından daha önemlidir. Kadınlar bu güzellik uğruna büyük acılar çekmişlerdir. Kuzey Tayland'da bir kabilenin kadınları boyunlarına çocukluktan itibaren halkalar takar ve ölene kadar çıkartmazlar. Bunun sebebi uzun boyunlu olmanın güzellik olarak algılanmasıdır. Çinli kadınlar güzel olabilmek için küçük ayaklı olmak zorundadırlar, bu yüzden çocukluktan itibaren ayakları bir sargı beziyle bağlanır ve onları taşıyamayacak hâle gelene kadar küçültülür. Senegalli kadınlar güzel görünebilmek için diş etlerine siyah bir toz sürerler. Bu işlem oldukça acı verir.
Dünyanın bir çok yerinde, ata-erkil toplumlarda kadınlar güzel görünmek için bu zahmetli işleri yapmak zorundadır. Kadın, kendini alınmaya hazır bir varlık hâline getirmek için süslemek, bu uğurda sağlığından fedâkarlık etmek zorundadır.

 Modern toplum, insana dair neredeyse hiçbir şeyi daha iyiye götürmediği gibi, kadını bir birey olarak algılamayı reddetmiştir. Kadın, modern toplumda tıpkı ilkel toplumda olduğu gibi, erkek için yaşayan, ikinci sınıf bir canlıdır. Kadının iş hayatına atılabilmesi, eskisinden daha özgür bir hayat yaşaması, onun günümüzde bir meta olduğu gerçeğini değiştirmez.
Güzel görünmek ve tıpkı eskiden olduğu gibi güzellik uğruna sağlığından fedâkarlık etmek zorundadır. Bu simgesel şiddeti benimsemiş, bunun doğru olduğuna ve kendisi için bir kıstas olarak görmesi gerektiğine ikna edilmiştir.
Bu popüler güzellik, bir çok kadında iyi etkiler bırakmaz. Bir çok kadın, bu güzelliğe uyum sağlayabilmek için kimyasallar kullanır, zayıflamaya çalışır, vücutlarına zarar veren kıyafetler giyer.
 Çünkü maruz kaldıkları bu şiddet onlarda bir iç denetim oluşturmuştur ve aynaya baktıklarında kendilerini kendi gözlerinden değil, reklam panoları ve moda dergilerinden oluşan bir filtreyle görürler. Zayıflama hapları, diyetler, sağlıksız makyaj ürünleri, estetik ameliyatlar ve bunun gibi bir çok güzellik aracı yüzünden sağlıklarını kaybediyor ve ölüyorlar. Üstelik bunlar yüzünden hayatını kaybeden kadınların sayısı azımsanacak gibi değil.

 Bugün Anorexia Nervosa hastalığının bu kadar yaygın olmasının sebebi, kadınların güzel görünmek için zayıflamaya çalışmaları ve beslenmeyi reddetmeleridir. Bu hastalığın sebebi çoğunlukla kilo verme isteği ve yapılan diyetlerdir. Bu hastalığa yakalanan kişinin vücudunu algılayışı bozulur, ne kadar zayıf olursa olsun kendini kilolu olarak görür. Bu, popüler güzellik anlayışının, modanın insan algılarına açıkça bir tecavüzüdür.
Bu hastalığa yakalanan Pamela, 2009 yılında kız kardeşinin uğraşıyla Steve Wilkos'un programına katıldı. Ona yaptığının kendisini ölüme götürdüğü söylendiğinde iyi hissettiğini, kötü giden bir şey olmadığını söyledi. Kendini nasıl gördüğü sorulduğunda ise güzel bacakları olduğundan bahsetti. İşin ilginç yanı, hâlâ büyük bir midesinin olduğundan, kilolu olduğundan şikayet ediyordu. Çünkü algıları bozulmuştu ve vücudunu asla beğenmiyordu. Pamela, mankenlik ajansında kilolarıyla dalga geçildiği için yemeden içmeden kesilen Valeria Levitina gibi, sadece salata ve diyet kolayla beslenen ve podyumda ölen manken Luisel Ramos gibi, güzellik kaygıları yüzünden anoreksi hastası oldu ve öldü.

 Onlar, maruz kaldıkları bu şiddeti benimsemişlerdi. Kendi bedenlerinin yerinde kapak kızlarını, reklam modellerini, moda dergilerinin ölçülerini görmek istediler. Kendilerini bu dar ölçülere uydurmaya çalışırken insanın en temel ihtiyacı olan beslenmeyi bile unutuverdiler.

 Bugün kadınların bir çoğu aynı şeyi yapmakta, ataerkil bir sistemin ve onun sektörünün kadınsılığını yaşamak istemektedirler.

 Başa dönecek olursak, güzellik insanların algılarında var olan, kişisel bir şeydir. Güzellik, kimyasallara, öldüren diyetlere ve modacıların ölçülerine ihtiyaç duymaz. Moda, kapitalizmin insan algılarına tecavüzünden başka bir şey değildir. İnsanları kıyafetlere uymaya, ölçülerini kıyafetlere ve makyaj malzemelerine uydurmaya zorlar. Moda, gönüllü köleliktir.
Başkaları sizin nasıl görünmeniz gerektiğine karar verdikçe ve siz buna uyum sağlamaya çalıştıkça, kendi doğanızı reddedecek ve hastalıklı bir algının çizgilerine girmeye çalışacaksınız. Bu sizi sağlığınızdan, kişiliğinizden belki de hayatınızdan edecek.

Aynaya baktığınızda ne gördüğünüzü kendiniz hakkında ne düşündüğünüz belirler. Kendinize onların gözüyle bakmaya çalıştıkça, ne kendiniz olarak bakabilecek ne de kendinizi görebileceksiniz.

Olabildiğiniz kadar çirkin olun, bu hâlinizle bütün sınırlamalardan ve çizgilerden daha güzelsiniz.


(*)Bullying(Akran Zorbalığı): Özellikle okullarda ve iş yerlerinde görülen, kişinin yaşıtları tarafından hedef alınması ve taciz edilmesidir. ayrıntılı bilgi için okuyabilirsiniz. 
(**)Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Çev: Ayşen Ekmekçi&Okşan Taşkent, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996 (syf.27)
Steve Wilkos'un gösterisinde ilgili bölümü buradan izleyebilirsiniz.

9 Mart 2013 Cumartesi

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Özgürlüğü


Yasanın onlara özgürlük bahşedecek kadar merhametli olması için, özel yaşamlarının tüm detayları gözler önüne serilmelidir. Kadın, kamu oyunda ayıplanır ve tüm yaşamı alt üst olur. Bu utancın korkusu, kendisini ve pekçok kızkardeşini ezen insafsız sisteme karşı tek bir protestoya dahi girişmeksizin, onun evlilik yaşamının ağır yükü altında ezilmesine yol açar. 
...
Hiç kimsenin sevgi dolu bir tek sözcük ve şefkat dolu bir ilgi sarfetmediği çocukları çıplak ve aç bir şekilde sokaklarda koşuşturan, cehalet ve hurafelerle büyüyen, doğdukları güne lanet yağdıran; asla bir parça temiz hava dahi soluyamadıkları karanlık, rutubetli bodrumlarda kümelenen, yırtık pırtık elbiseler giyinen, sefaletin tüm yükünü beşikten mezara sırtında taşıyanlara bir bakın.
Siz ahlakçılar, siz hayırseverler, bu iki resmin ürkütücü karşıtlığına bir bakın ve bana bunun suçlusunun kim olduğunu söyleyin! Yasal yollarla veya başka şekillerde fahişelik yapmaya itilenler mi, yoksa kurbanlarını böylesi bir ahlaki bozulmaya itenler mi?
Sebep fahişelikte değil, toplumun kendisindedir; özel mülkiyetin eşitsizliğine dayanan sistemde, Devlet ve Kilise'dedir. Suçsuz kadınların ve çaresiz çocukların soyulmasını, katledilmesini ve onlara şiddet uygulanmasını yasallaştıran bu sistemdedir.
*Emma Goldman - Anarşi ve Cinsiyet Sorunu

 Bugünlerde herkes cennetin annelerin ayaklarının altında olduğundan bahsediyor. Cennet diye bir yerin var olduğunu zannetmemekle birlikte, kadına karşı şiddet artmışken bu lafın hiç bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Hatta kalabalıklara seslenirken kadınların kaç çocuk yapması gerektiğini söyleme cüretinde bulunan politikacıların bu cümleyi kurmalarını ve bunun üstünden kadın hakları savunuculuğuna girişmelerini iğrenç, iki yüzlü bir tavır olarak görüyorum. Bugün çoğunluğun kadın hakları adı altında -iyi niyetli olarak ya da olmayarak- savunduğu söylemler, bir mücadelenin dejenere edilmesinden başka bir şey ifade etmiyor. Birtakım feministler ve demokratlar kadınlara verilen oy hakkını, kadınların özgürlük mücadelesi adına bir kazanım zannetmek gibi, komik bir yanılgı içinde. Eğer kadın özgürlüğü denildiğinde algıladığınız şey oy hakkından ve bir takım kıyafetleri giyebilme özgürlüğünden ibaret ise özgürlüğün ne anlama geldiğini anlamamışsınız demektir.
  Eğer bugün kadın hakları için doğru-yanlış bir mücadele veriyorsak, kadınların üstündeki baskıdan bahsediyor ve tecavüze uğradıklarında dâhi kadınları suçlayan (buraya favori sevgi sıfatınızı yerleştirin)lara karşı kadın özgürlüğünü savunuyorsak, bize anlatılan gelişmenin ve ilerlemenin yüzlerce yıl gerisindeyiz demektir. Bu konuda aklı başında olan herkesin hemfikir olacağını düşünüyorum. Çünkü bir özgürlüğün gerçekleşmesi ve elde edilmesi gerektiğini savunuyorsak, ortada bariz bir eşitsizlik var demektir. Bu eşitsizlik, toplumun bir hezeyan içinde olduğunu, toplumsal değerleri savunanların ve sistemin bize yalan söylemek şöyle dursun, gözlerimizin içine bakarak bizimle dalga geçtiklerini gösterir. Çünkü kadının bulunduğu durum, sistemin bir kusuru değil, onu oluşturan değerlerin değişmez bir şartıdır. Kadına ayaklarının altında cennet olduğu söylendi sırtına hastalıklı bir toplumun ağırlığı yüklendi.

 Bugünlerde konuştuğumuz tecavüz, şiddet, cinsel ve sözlü tacizler, mahalle baskısı ve benzeri şeyler sorunun sadece yansımalarıdır. Kadınların maruz kaldıkları kötü durum, karısını ve kızını döven câhil adamlardan ve giyinmelerine göre tecavüzü haklı gösteren bağnazlardan ibaret değildir. Sorun, dış görünüşten yatak odasına kadar söz söyleme hakkına sahip olduğu düşünülen, giyinmeden cinsel yönelimlere kadar insanın mahremine dair her şeye müdahâle eden toplumda ve onun hastalıklı değerlerindedir. 

 Yaşadığımız ülkede kadının özgürleşme serüveni bir çoğunun zannettiği gibi olmadı. Kadın, birey olarak bir değer taşımamaktaydı. Onun görevi resmi ideolojiye ve ülkeye uygun ideal vatandaş yetiştirmek, asker doğurmak ve devletin gösterdiği doğruda kendini feda etmekti. Kadınlara kılık kıyafet ve seçim özgürlüğü verildiği için resmi ideolojinin kadına değer verdiğini savunmak, "Kadın bir pislik üzerine inşa edilmiş bir tapınaktır" diyen Katolik papazın Meryem Ana'yı kutsal saydığı için kadın dostu olduğunu söylemek kadar saçmadır. Bütün modernleşme hareketlerinde olduğu gibi, kadın ev köleliğinden fabrika köleliğine sürülmüştür.
Kadın, bu hafifletilmiş ataerkil düzende, gösteriş amaçlı eşitlik yasalarının olduğu toplumda başka bir değer taşımıyordu. Bu düzende bir kadın olarak var olması imkânsızdı, kendine çizilen sınırların dışına çıktığı an erkekleşmek zorundaydı. Erkeğin yaptığı küçük kaçamakları denediği zaman öldürülmesi bile meşru sayılabilir, eğer toplum için önemli bir yerdeyse Yahudi asıllı biriyle evlendiği için büyük protestolarla ve zehir zemberek gazete yazılarıyla karşılaşabilirdi.*

 Kadına karşı şiddetin ve mide bulandırıcı eylemlerin doğal ve meşru olarak algılanmasının sebebi, kadının bir birey olarak değil elde edilen bir varlık, hesap vermek zorunda olan ve devamlı kontrol edilmesi gereken, ancak ahlâki yapıya uyum sağlarsa yaşam hakkı olduğu düşünülen bir canlı olarak görülmesidir. Toplum en çok kadınlara ne yapmaları gerektiğini söylemektedir. Kadını haram olarak gören muhafazakar algı ve meta olarak gören kapitalizmin ortak paydası, kadının ne olursa olsun aşağılanan ve ikinci sınıf olarak görülen bir varlık olmasıdır. Örnek vermek gerekirse; bir erkeğin kadına benzetilmesi hakaretken, kadının erkeğe benzetilmesi büyük bir iltifattır.  
Rosie The Riveter, kadının erkeğe benzetilerek övülmesinin iyi bir örneğidir. Bir çok feministin dâhi kullandığı bu propaganda afişi, II.Dünya Savaşı yıllarında Howard Miller tarafından çizilmiştir ve amacı Amerikan ev kadınlarını silah üretimine katılmaya teşvik etmektir. Sevgili dostumuz Rosie, erkeksi kaslarını göstererek cesur ev kadınlarına "Bunu başarabiliriz" demekte ve bir erkek gibi cesur olmalarını, mücadele etmelerini istemektedir. Silah üretimine katılan cesur Amerikan kadını, erkek kıyafetleri giyinip savaştığı için azize ilan edilen Joan d'Arc gibi kutsal, erkek gibi kadındır! Bir kadının maskülen olması ne kadar doğal ise, toplum içinde ancak bir erkek rolüyle değer görüyor olması ve erkek gibi olmanın kadın için övgü olması o kadar kötü bir durumdur.

 8 Mart, kadın için çizilen sınırları ve bu sınırları kadın hakları olarak savunan insanları trajikomik hâlini görmek için güzel bir gün. Yılın büyük kısmını erkek-egemen söylemlerle geçiren politikacıların kadınlara övgüler yağdırmaları, beyaz eşya firmalarının kadına mutfaktaki rolünü hatırlatmak istercesine kampanyalar yapmaları, ataerkilliğin değişmez kurumlarından olan ordunun kadınlar günü için afişler hazırlaması ve tüm bu gösteri içinde 8 Mart'ın grev yapan kadın işçilerin polis tarafından yakıldığı gün olduğunun unutulması büyük bir trajedi. 8 Mart, bir öfkenin ve mücadelenin günü olması gerekirken, tıpkı baştan aşağı boş bir şey Sevgililer Günü gibi popüler romantikliğin ve reklam feminenliğinin günü hâline getirildi. Pembe rengin, hediye paketlerinin, kalp ve öpücük resimlerinin ve samimiyetsiz ilişkilerin içinde, hakkını aradığı için mücadele eden ve bir fabrikaya kapatılıp yakılan 129 kadın unutuldu. Dün,  neredeyse hiç kimse Kadınlar Günü'nü anmadı. Dün, her yıl olduğu gibi belli sınırlara hapsedilen ve aşağılanan kadınlara, onlara rollerini hatırlatacak jestlerin yapıldığı mide bulandırıcı bir günden başka bir şey değildi.

 Kadının kurtuluşu ise kendisine yüklenen bütün rolleri reddetmesine bağlıdır. Toplumsal değerler, kadını ikinci plana itmekten ve köleleştirmekten başka bir işe yaramadı ve yaramayacak. Kadın, bütün toplumsal değerleri, toplum ve sistem içindeki yerini reddetmeli ve birey olabilmelidir. Burkalar ve reklam afişleri arasındaki görüntüsünden, evler ve alışveriş merkezleri arasındaki güzergâhından kurtulmalı ve kendi mücadelesini verebilmelidir.
Libertarias filminde Pilar Sanchez'in dediği gibi; kadınlar kendi devrimlerini yapmalıdır ve erkeklerin kendileri için devrim yapmalarını beklememelidir.
Çünkü toplum ne kadar modern olsa da ve yasalar ne kadar eşitlikçi görünse de, kadınlar bir seks objesi olarak görülecek, aşağılanacak ve ikinci sınıf olarak görülecektir. Kadının bundan kurtulmasının tek yolu, toplumu reddetmek ve onun paçavra kurallarına karşı durmaktır.

*Mustafa Kemal'in manevi kızı Ülkü Adatepe, tüccar Yeşua Bensusen ile evlendiğinde ülke çapında büyük protesto gösterileri düzenlendi ve o zamanın yüksek tirajlı gazeteleri Adatepe'yi açıkça hedef gösterdi. Detaylı bilgi için göz atabilirsiniz

Söylemeden edemeyeceğim ki; "Kadına şiddet uygulayan erkek değildir!" söylemini oldukça yanlış buluyorum. Her ne kadar iyi niyetli bir söylem olduğunu düşünsem de, erkeği yücelterek kadına karşı şiddeti önleyemeyiz. Erkek olmak, yüce bir değer değil, tıpkı kadın olmak ya da mavi gözlü olmak gibi sıradan bir şeydir. 

6 Mart 2013 Çarşamba

Müzik ve Yerine Konulan "Şey"


Kabile yaşamından kalma karnavallar, ilkbahar ve ürün kaldırma dansları, mayıs-direği ayinleri, karşı cinsin ilgisini çekmeye ilişkin törenler, düşün törenleri gibi bir sürü tören ve ayin vardı. Noel ve Paskalya yontularında olduğu gibi bu ayinlerin bir kısmı İsa'nın ölümünü ve dirilişini anlatan "myster" ve "passion" oyunları da kabile ayinlerinden geliyordu. Gerçekte, müzik ile şiirin aynı zamanda dansla mimiğin birbiriyle kaynaştığı bu halk sanatı, sadece kabile yaşamının yarı-anımsanır kaynaklarından oluşmuyordu. Köylülerin kendilerine ait bağımsız bir kültür ve feodal yaşamın acımasız güçlerine karşı bir mücadele aracı olarak bu sanata gereksinimleri vardı; tıpkı Birleşik Devletler'deki Karaderili kölelerin, çok sonraları anlamı yalnızca kendileri tarafından bilinen bir iletişim ve mücâdele biçimi olarak Afrika kültürünün anılarını korumaları gibi. Bunun sonucu, bu ilkel ve kabilesel sanat dönüşüme uğradı, yeni bir içerik kazanarak ortaçağ köylülüğünün yaşam biçimini, karakterini ve mücadelelerini üstlendi
*Sidney Finkelstein - Müzik Neyi Anlatır

Apollon, ışığın ve müziğin tanrısıdır. Orfe Öğretisi'nde vicdanın sembolüdür. Apollon, aynı zamanda Müzler'den oluşan orkestranın yöneticisidir. Müzler, Zeus ile bellek tanrıçası  Mnemosyne'nin kızlarıdır. Tanrılara ve insanlara ilham veren, hafızayı diri tutan Müzler'dir. Müzler, Apollon'un orkestrasında şarkı söyleyip dans ederler. Onlar dünyayı daha güzel bir hâle getirirken Sirenler, ölümü şarkılarıyla getirirler. Ege'nin denizcileri için fırtınalı bir denizde gemilerini paramparça eden kayalıkları cazip kılan, Sirenlerin şarkılarıdır.

 Eğer zaman bir ruha sahipse, bu ruhun müzik dışında bir şey olması düşünülemez. Çünkü müzik, insanlığın hafızası ve geçmişi hatırlamanın bir yoludur. Müzik olmasaydı, geçmiş hakkında bilgiye sahip olabilirdik. Geçmiş bilinmeseydi bile yaratılırdı. Bugün olduğu gibi kör-topal bir tarih yazılır, insanların geçmiş hakkında bilgiye sahip olması sağlanabilirdi ancak insanlığın geçmişe dair sahip olduğu tek şey bu kuru bilgi olurdu. Tarih, geçmişi bilmek ise müzik hatırlamaktır. Çünkü insanların duyguları ve isyânları her zaman müzik ile ses bulmuştur.
Örnek olarak; Alevi toplumunun sazı ve türküleri kutsal sayması boşuna değildir. Baskı gördükleri yüzyıllar boyunca müzikleriyle direndiler. Kim olduklarını müzikleriyle hatırladılar, hafızalarını onlarla diri tuttular ve bu kimliği yok etmek isteyen ordulara karşı silahlı bir mücadeleden daha büyük bir direnişle karşı durdular.
Nasıl ki kralların paralı ozanları, orduların orkestraları ve ruhsuz bandoları varsa, insanların aşk şarkıları, ağıtları ve direniş türküleri vardır. İnsanlar müzikle hisseder ve direnirler ki tarih boyunca bu böyle olmuştur. İnsanların bu güzel uğraşı, günümüzde bir cinayete kurban gitmekte. Tüketim toplumu ve onun yarattığı yığınlar, müziğin posasını onun yerine koyup kendisini yok etme çabası içerisinde.

 Müziğin bu durumu, insanlığın kendi kendini yok edişinden ve yaşadığı bilinç felâketinden ayrı tutulamaz. Jean Baudrillard'ın "Kusursuz Cinayet"te belirttiği gibi insanlığın boşluğa teslim olma ve bir amaç taşımaksızın katıksız dolaşımda olmaya yönelik toplumun uydulaşmış artıkları hâline gelmesi, insanlığın ruhu olan müziğin yerine ona benzer başka bir şey koyma çabasını doğurdu.
Müziğin yerine konulmaya çalışılan bu şeyin, insanları yüzeysel duygulara hapsetmek, onları ruhsuzlaştırmak ve bilinçlerini unutturmak dışında bir amacı olduğunu düşünmüyorum. Kitlelerin bu ses yığınlarını kutsal şeylermiş gibi dinlemeleri bir akıl faciasından başka bir şeyle açıklanamaz. Müzik, Müzlerin ilhamı ve Sirenlerin ölüme götüren sesiyken, sıradan hayatın basit bir detayı, anlamsız koşuşturmanın arka planı hâline getirilmeye çalışılıyor.
İnsanlık kendini imha ettikçe, ruhunu mahvediyor.

 Nasıl ki halklar kuşaklar boyunca kendilerini müzikle hatırladılarsa, insanın da kendini hatırlayabilmek ve ona kaybettirilen insanlığı anlayabilmek için müziğe ihtiyacı vardır. Marşlar ve popüler şarkılar arasında gidip gelen bir yığının bu hâl değişmedikçe uyanmasını ve kendini hatırlamasını beklemek büyük hayalperestlik olur.
 İsyan filminde, faşist yönetimin savaşları önlemek bahanesiyle hissetmeyi yasaklaması anlatılır. İnsanlar hislerini yasaklamak için ilaçlar almakta, hissedilenler isyancı sayılıp öldürülmekte, ağlamak ve ayna çerçevesi kullanmak bile yasaklanmaktadır. Rejim adına çalışan bir ajan olan John Preston, ilacını almayı unutur. O gün bir isyancının evinde bulduğu Beethoven plağını dinledikten sonra ağlamaya başlar. Bu bir kırılma noktasıdır. Preston, bundan sonra adına çalıştığı rejimi sorgulamaya, ona karşı çıkmaya ve isyancılarla iş birliği yapmaya başlayacaktır.
 Preston, ruhsuz bir hayattayken bir ruha sahip olmuş ve insan olduğunu hatırlamıştır. Bugün insanlığın üstünde, birçoğunun hissetmediği bir baskı olduğunu görmemek için kör olmak lâzım. İnsanlar duygularını uyuşturuyor, politikanın ve popüler kültürün afyonlarıyla bilinçlerini yok ediyorlar. Bir insanın bilince sahip olabilmesi için önce bir ruha sahip olması gerekir ve bu ruh, müzikten başkası olamaz.

 Yok edilmeye çalışılan bir bilinç ve insanlık varken, ruhumuzun değerini anlamamız gerek. Dayattıkları ve her yerde empoze etmeye, beynimizi doldurmaya çalıştıkları ses yığınlarına karşı gerçek müziği, insanlığın yüzyıllardan beri sahip olduğu aşkı ve isyanın sesini savunmalıyız. Çünkü bir ruha sahip olmazsak, bir hiç hâline geliriz. Bizden yaratılmaya çalışılan ve insanlığın büyük bir kısmında başarılı olan şey zaten bu: bir hiç... İşe yaramaz toplumun uydusu boş bir beden! Bir beden ve bir insan arasındaki fark ise ruhtur.

Biraz Ek Bilgi:
Orfe(Orpheus): Eski Yunan inancına göre şairlerin ve müzisyenlerin üstadıdır. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmese de bilgeliği Platon'dan önce getirdiği kabul edilir. Eski inanışlardaki ilahlara ezoterik anlamlar yükleyen bir öğretisi vardır.
Siren: Yazıda açıkladığım gibi, Ege denizinde şarkılar söyleyip gemicileri büyüleyen varlıklar olduklarına inanılır. Bugün kullandığımız siren kelimesi bu mitten gelir.
Müz: Müzik kelimesi etimolojik olarak müz(muse/mousa) dan gelir. Detaylı bilgi için Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü'ne göz atabilirsiniz.

2 Mart 2013 Cumartesi

Normal İnsana Övgü (Gecikmiş Bir Özür)


Ah ben, ben olsaydım ne harika olurdu! İnsanların tasarladıkları gibi biri olsaydım keşke! Aşağılık, yarı-insan, ağzı salyalı, burnu sümüklü, bir yeri dimdik bir herif olsaydım, elimde ustura, bok içinde, irin dolu, sineklerin bile tiksineceği şeyleri yiyen, bütün alkol kontrol araçlarını bozacak pislikte bir nefesle, kafam götümün yerinde ve yüreğim bulaşık havuzunda yüzerek.
Açıkça itiraf edeyim ki, böylesine sıradan bir adam olduğum için hayıflanıyorum aslında. Düzmece, nâmıyla çelişen bir mizahçı olmak utanç veriyor bana. Ötekilerin imgelemindeki ben olsaydım eğer, onların fantazmalarındaki figüre benzeseydim, insanlara daha yakın biri olur, hatta onlardan biri olurdum.
İnsanlar müthiş ama, değil mi?
*Roland Topor - Ben Olsaydım 

  Yıllardır Normal olmak isteyen ve bu çaba uğruna bütün hayatını heba eden fedâkar insanı eleştiriyorum. Asla olamadığım ve olamayacağım bu insanı yerden yere vuruyor ve ona kendi komplekslerim uğruna merhametsizce iftira ediyorum. Bu yazıyı yazarken yıllardır bunu yapmış olmanın ve dünyanın en yüce insanına akıl almaz bir hakaret etmemin pişmanlığı içindeyim. Bu vicdan azabını kabullenmem ve komplekslerimi aşmam zor oldu, ancak ufkumu genişletmek zorundaydım. Bu yüzden kendim için büyük adım atıp özür dileyeceğim.

 Normal'in başkaldıramadığından bahsetmekle büyük hata etmişim. Onun -en büyük değer olarak gördüğüm- başkaldırıya asla sahip olmadığını düşünürdüm. Büyük bir haksızlık! Çünkü dostumuzun varlığı bir başkaldırıdan ibaret. Yıldızlar, gezegenler, gökyüzü, bulutlar, okyanuslar ve tohumlar devamlı değişirken, evrende hiç bitmeyen bir hareket varken Normal, evrenin değişmez yasasına başkaldırıyor. Bütün hayatını bu başkaldırıyla geçiriyor. Heraklit'i yalanlamak istercesine bir nehirde defalarca kez yıkanıyor. Bana hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi, boşuna uğraştığımı ve yaptıklarımın gereksiz olduğunu söylediğinde bunu aptalca bir teselli olarak görmüştüm. Oysa bu bir başkaldırı ilkesiymiş. Hayatın akışına, doğanın yasalarına ve insan aklına karşı eşi benzeri görülmemiş bir başkaldırı... Öyle büyük bir başkaldırı ki, dünyanın bütün fikirleri ve bir dilin bütün kelimeleri bu soylu isyân karşısında çaresiz kalıyor.
  
Kimileri insanların daha rahat ve huzurlu yaşayacağı bir gelecek tasarlayıp bunun için çaba gösterirken, Normal bu yüzyıllar sonrasının ütopyasını çoktan elde etmiş. Dünya üzerinde onun bu huzurunu ve mutluluğunu bozabilecek hiçbir güç yok. İnsanlar bir devrim ve inşa edilecek yeni bir dünya tasarlerken o vicdana ve insanlığa karşı büyük bir devrim gerçekleştirdi. Üstelik kurduğu dünyanın temelleri o kadar sağlam ki, yeryüzünün geri kalanındaki felâketler, kötülükler onun bu rahat ve mutlu dünyasını sarsamıyor. Fikirlerin ve sağduyunun gürültüsüne karşı kulaklarını çoktan kapattı. Vicdanın esaretinden kurtulmayı başarıp kendi sarsılmaz dünyasını kurdu. Gerçekleştirdiği bu devrim, bugüne kadarki bütün devrimler arasında en sağlam temellere sahip. 

 Wilhelm Reich onun için "Küçük Adam" der. Ne büyük cüret! Görkemli bir dünyaya sahipken onu Küçük Adam olarak görmek büyük bir küstahlık! O kadar büyük totemleri var ki, bazen onların gölgesinde kayboluyor. Onlara tapınmak ve bu görkeme kendini kaptırmak için kişiliğinden fedâkarlık edecek kadar cömertken onun küçüklüğünden bahsetmek haksızlıktan öte bir şey değil. Onun bencilliğinden ve alçaklığından bahsedip dururken ne büyük haksızlık etmişim. Yarattıklarının gölgesinde kaybolacak kadar ulu bir varlığa bu yakıştırmaları yaptığım için kendime kızıyorum.

 Onun kendine duyduğu güveni kıskanıyorum. Çünkü aramaya cüret dâhi etmediğim hayatın sırrını, evrenin bütün sırlarını biliyor. Gözlerini kapattığında kafasında hiç bir ses dolanmadan rahat uyuyabilmesi bile övgüyü hak ediyor. Üstelik farkındayım ki kendine duyduğu bu sonsuz güven hiç sarsılmayacak. Aklından geçen ve diline dolanan her şey doğanın kanunu ve hayatın değişmez yasası hâline gelecek. 

 Normal'in önünde eğiliyor ve şapka çıkarıyorum. Bugüne kadar ona söylemiş olduklarım için üzgünüm, ancak bunlara devam edeceğim. Çünkü, onun hiçbir şey yapmadan kazandığı rahatlık ve üstünlük karşısında başka bir şansım yok.