Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

30 Eylül 2012 Pazar

"Hayvan Sever"ler ve Kâinatın Efendileri (!)(!)



 Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlannda, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.
Sait Faik Abasıyanık - Son Kuşlar

 Ne zaman birileri "Güvenlik"ten bahsetse midem bulanıyor artık. Çünkü insanlar bu kelimeyi kullandıkları zaman kendi ikiyüzlülüklerini açığa vuruyorlar. Kendilerini devamlı güçlü ve kusursuzmuş gibi ambalajlayan insanların aslında ne kadar korkak oldukları ortaya çıkıyor. Kendi kibirlerinin yarattığı tehlikelerden korkuyorlar, kibirlerini törpülemek yerine korktukları her şeyi yok etmek istiyorlar. Sebep? "Güvenlik!". Öyle bir psikoloji içindeki bu insanlar, kendilerini bir mikrop kadar yer kaplayamadıkları evrenin efendisi zannederken güvenlikleri pamuk ipliğine bağlı.
 En sonunda "tehdid"i kaldırmaya karar verdiler. Sokaklarda kediler ve köpekler olmazsa kendilerini daha güvende hissedeceklerine karar verdiler ve "uyutma"ya karar verdiler. "Uyutmak" ne tuhaf bir kelime... Cinayet işleyip kelimelerle masumlaştırmalarına bayılırım zaten.

 Kâinatın çıtkırıldım efendilerinden, tabiatın ambalajlı lordlarından bahsetmeden önce "hayvan sever" olarak tanımlanan insanlardan bahsedeyim. Bir tanesini çocukluğumdan beri tanıyorum. Bir sibirya kurdunu, bir soğuk iklim hayvanını stüdyo dairesine hapsedip sıcaktan telef ettikten sonra "hayvan sever"likten bahseden insanlar hep iki yüzlü gelmiştir. Ya da bir kediyi besleyip gergedan gibi şişirdikten sonra dışarı çıkmasına, çiftleşmesine dahi izin vermeyen insanın hayvan severliği bana hep sahte gelmiştir. Hatta hayvanları da bir kenara bırakalım eğer sevginiz bir canlı üstünde tahakküm kurmak, onun efendisi ve sahibi olmak üzerineyse, sahtedir.
Hayır, mesele hayvan beslemenin kötü birşey olması falan değil, bunu iddia etmiyorum. Kötü olan hayvanın doğasını bozmayı, onu telef etmeyi "hayvan severlik" olarak benimsemek.
 Kadıköy'ü bilenler hayvan pazarını bilir. 2004'e kadar meydandaydı. Her gün okuldan geldikten sonra giderdim. Süs köpeklerinden Güneydoğu Asya'dan getirilen papağanlara kadar bir sürü hayvan vardı. Hepsi doğal ortamından koparılmış, kafeslenmiş ve bir mal gibi insanların beğenisine sunulmuştu. İnsanlar hayvanları "uzaktan severken" hayvanların onların beğenisine sunulduğu kafeslerde acı çektiklerinin, çığlıklar attıklarının farkına hiç bir zaman varmadılar. Hayvanı bir tehlike olarak gören insanlar onlara çektirdikleri acıları hiç düşünmediler.
 Üstelik o hayvanları oraya getiren, satın alan, ömrünün sonuna dek evde bir kafes içinde yaşamaya mahkûm edenler "hayvan sever"lerdi.
 Sirkleri hiç kaçırmayan, eziyet çeken hayvanlara bakıp eğlenen, gülenler de "hayvan severler"di.
 Kırbaçlanan, sopalanan, hiç bir canlının hak etmediği işkenceyi sırf birilerinin eğlencesi için gören hayvanları hiç umursamayan, hayvan severliği evinde besleyip Fenerbahçe demeyi öğrettiği muhabbet kuşundan öteye gidemeyen insanları her zaman iki yüzlü bulmuşumdur. Çünkü bütün sorun hayvanı bir canlı olarak değil de bir "eşya" olarak sevmekle başlıyor.

 Eğer barınakların hâlini bilmeseydim, hayvanların sokaklarda değil de barınaklarda yaşamasını desteklerdim. Çünkü hayvanlar sokaklarda zor şartlarda yaşıyorlar. Üstelik işkence görüyorlar. Bu onları saldırganlaştırıyor ve bir "tehdit" hâline getiriyor. Ama hayvanların yaşaması için olduğu iddia edilen barınaklarda daha kötüsünü yaşıyorlar. Sokaklarda hiç değilse hayvanları düşünen, onlara iyi davranan insanlar var ama barınaklarda olduğundan emin değilim.
  Hayvanların vereceği zararlara karşı önlemler alınması istenilebilir ve istenmeli de. Peki insanların onlara verdiği zararlar için ne olacak?

 Sokak hayvanlarının öldürülmesine hepimiz tepki gösteriyoruz. Haklıyız! Onlara kötü davranan insanların olduğunu görmezden gelip onları bir "tehdit" olarak görmek aptallıktır ve bu aptallığın bedelini hiç bir canlı ödemek zorunda değil. Bu bir "cinayet". Köpekleri ve kedileri öldürmek bir cinayet. Peki yaban domuzlarını, geyikleri ve ördekleri "spor" olsun diye öldürmek? O cinayet değil mi? Öldürmek "uyutmak" olunca sevimli olmuyor da ne zamandan beri "av" olunca sevimli oluyor?

 Sorun sadece sokak hayvanlarının öldürülmesinde değildir. Elbette buna tepki gösterilmeli, şahsen yol parası bulabilseydim bu yazıya "bugün katıldığım eylem" diye başlamış olurdum. Ama bu bir bütün olarak düşünülmeli. İnsan kendini "kâinatın efendisi" zannettikçe, doğanın kendisi için var olduğunu zannettikçe bunlar olacak.

Bu arada güvenliği tehlike altında olan sevgili dostlar, siz hiç birşeyin farkında değilsiniz. Bugün sokakta yaşayan bütün köpekleri şehirden uzaklaştırsalar da, öldürseler de, Nazi kamplarını andıran barınaklara hapsetseler de güvende olmayacaksınız. Çünkü sırf heves için pet shoplardan alınan yavru köpekler "sahip"lerinin hevesi geçince yine sokağa atılacak, yine üreyecek ve insanlar yine onlara eziyet edecek, onlar yine saldırganlaşacak. Siz ve sizin gibiler zarar verdikçe zarar göreceksiniz. İnsan kendini "kâinatın efendisi" zannetikçe zarar görecek. Doğaya ne verirsen onu alırsın.
Şahsen günün bir saatini bağlı bir bekçi köpeğini kızdırmakla geçiren, kediler ve köpekler için konmuş yemek ve su kaplarını deviren, hayvanlara durduk yere tekme atan, kuyruklarından tutup fırlatan insanlar gördüm. Üstelik koca koca adamlardı.
 Ha bu arada belirteyim, çocukken bir köpek tarafından ısırıldım, iki yaz önce beni bir köpek sürüsü kovaladı ama bu hiç bir şeyi değiştirmez.

20 Eylül 2012 Perşembe

Albert Camus - Yoksayıcılık ve Tarih

 

 Yüz elli yıllık doğaötesi başkaldırı ve yoksayıcılık değişik maskeler altında ama inatla, hep aynı harap yüzün, insan karşı çıkışının yüzünün inatla geri döndüğünü gördü. Hepsi de koşula ve yaratıcıya karşı çıkarak yaratığın yalnızlığını, her türlü aktörenin hiçliğini bildirdi. Ama hepsi de gönüllerindeki kuralın egemen olacağı tümüyle yersel bir ülke kurmaya çalıştı aynı zamanda. Yaratıcının karşıtları olarak, yaratılışı kendine göre yeniden oluşturmaya yöneldi. Yarattıkları dünya için arzu ile gücün kuralı dışında her türlü kuralı yadsımış olanlar intihara ya da çılgınlığa koştular, yıkımın türküsünü söylediler. Ötekilere, kendi kurallarını kendi güçleriyle yaratmak istemiş olanlara gelince; gösterişi, görünüşü ve gücü ya da bayağılığı seçtiler; ya da öldürmeyi ve yıkmayı. Ama Sade ve romantikler, Karamazov ya da Nietzsche, sırf gerçek yaşamı istedikleri için girdiler bu ölüm dünyasına. O kadar ki ters etki sonucu bu dünyada çınlayan şey, kurala, düzene ve aktöreye yönelen acılı bir sesleniş oldu. Sonuçları ancak başkaldırının gerektirdiği gerilimden kaçıp da zulmün ya da kulluğun rahatlığını seçtikleri andan sonra zararlı ya da özgürlük-öldürücü olarak belirdi.
 İnsan ayaklanışı, yüce ve trajik biçimiyle ölüme karşı uzun bir başkaldırış, genelleşmiş ölüm cezasıyla yönetilen bu koşula karşı kızgın bir suçlamadır yalnız, yalnız böyle olabilir. Karşılaştığımız bütün durumlarda karşı çıkış, yaratılışta uymazlık ve kapalılık bir de süreklilik çözümü olan ne varsa ona yönelir her seferinde. Öyleyse gerçekte sonu gelmez bir birlik savı söz konusudur. Ölümün yadsınması, süre ve saydamlık isteği bütün bu yüce ya da çocuksu çılgınlıkların yaylarıdır. Ölümün korkakça ya da kişisel bir yadsınması mıdır bu? Bu ayaklanmışlar arasında birçokları, isteklerinin düzeyinde kalabilmek için gerekeni ödediklerine göre, hayır. Başkaldıran insan yaşamı değil, yaşamın nedenlerini ister. Ölümün getirdiği sonucu yadsır. Hiçbir şey sürekli değilse, hiçbir şey doğrulanmamışsa, ölen anlamdan yoksundur. Ölüme karşı savaşmak istemek, yaşamın alamını istemek, kural ve birlik için çarpışmak anlamına gelir.
 Doğaötesi başkaldırının temelinde bulunan kötülüğe karşı çıkma bu baımdan anlamlıdır. Başkaldırtıcı olan çocuğun acı çekmesi değil, bu acı çekişin doğrulanmamış olmasıdır. Ac, sürgünlük, tutukluluk, ne de olsa tıp ya da sağduyu bizi inandırınca kabul ettiğimiz şeylerdir. Başkaldırmışa göre, mutluluk anları gibi dünyanın acısının da eksik yanı bir açıklama ilkesi bulunmamasıdır. Kötülüğe karşı ayaklanma her şeyden önce bir birlik isteği olarak kalır. Ölüme yargılıların dünyasının koşulumuzun ölümcül ışıksızlığının karşısına başkaldırmış insan bıkmadan, yorulmadan kesin yaşam ve kesin saydamlık gerekliliğini çıkarır. Bilmese de bir aktörenin ya da bir kutsalın ardından koşmaktadır. Başkaldırı kör de olsa bir çiledir. O zaman başkaldıran insan kutsala saldırıda bulunsa bile bunu yeni bir tanrı umuduyla yapar. Dinsel deneyimlerin ilk ve en derininin çarpmasıyla sarsılır ama düş kırıklığına uğramış bir dinsel deneyim söz konusudur. Başkaldırının kendisi değil isteğidir soylu olan, elde ettiği daha iğrenç olsa bile.
 Hiç değilse elde ettiği şeyi bilmek gerekir. Var olanı tümüyle yadsımayı salt "hayır"ı tanrılaştırdığı her seferde öldürür. Var olanı körü körüne öldürür. Yaratıcıya duyulan kin ya da var olana duyulan tam ve kışkırtıcı bir aşk biçimine girebilir. Ama her iki durumda da öldürmeye varır ve başkaldırı diye adlandırılma hakkını yitirir. İki biçimde de yoksayıcı olunabilir ama her ikisi de "saltık"ta aşırılık ister. Görünüşe bakılırsa, bir lmek isteyen başkaldırmışlar vardır bir de öldürmek isteyen başkaldırmışlar. Ama aynı şeylerdir bunlar, bir gerçek yaşam isteğiyle yanıp tutuşurlar, varlıktan yoksun kalmış, o zaman genelleşmiş adaletsizliği yaralanmış bir adalete yeğ tutmuşlardır. Hoşnutsuzluğun bu derecesinde us kızgınlık olur. İnsan yüreğinin içgüdüsel büyük bir bilince doğru yürüdüğü gerçekse, gördüğümüz gibi evrensel öldürmeye doğaötesi cinayetle yanıt vermeyi kararlaştırdığı dakikaya dek, kör bir gözüpeklik olarak büyüdüğü de gerçektir.
 Ne olursa olsun, doğaötesi başkaldırının en önemli dakikasını belirttiğini kabul ettiğimiz öyle de olsa saltık yadsımada tamamlanır. Bugün dünya üzerinde parlayan ne başkaldırıdır ne de başkaldırının soyluluğu, yoksayıcılıktır yalnız. Bu yoksayıcılığın kaynaklarının gerçeğini gözden kaçırmadan, sonuçlarını belirtmemiz gerekir. İvan, Tanrı var olsa bile, insana yapılan adaletsizlik karşısında ona boyun eğmeyecekti. Ama bu adaletsizliğin kafada uzun uzun evrilip çevrilmesi, daha keskin bir alev, "var olsan bile"yi "var olmaya değmezsin"e, sonra da "yoksun"a çevirmiştir. Kurbanlar son cinayet için gerekli gücü ve nedenleri kendilerinde gördükleri suçsuzlukta aradılar. Ölümsüzlüklerinden umudu kesmiş, ölüme yargılı olduklarını kesinlile anlamş insanlar olarak Tanrı'yı öldürmeyi kararlaştırdılar. Çağdaş insanın tragedyasının bugünden sonra başladığını söylemek yanlışsa bugün bittiğini söylemek de doğru değil. Tam tersine bu öldürme çabası ta ilkçağ sonlarından başlayıp daha son sözlerini de söylememiş bulunan bir dramın en yüksek noktasını belirler. Bu andan sonra, insan Tanrı'dan yüz çevirmeye, kendi olanaklarıyla yaşamaya karar verir. İlerleme Sade'dan günümüze dek tanrısız kişinin kendi kuralına göre, şiddetle yaşadığı kapalı alanı gittikçe genişletmesi olmuştur. Bütün evren düşmüş ve kovulmuş Tanrı'ya karşı bir kale durumuna getirilinceye dek genişletilmiştir yasak alanın sınırları: İnsan başkaldırıdan sonra kapanıyordu; Sade'ın trajik şatosundan toplama kamplarına dek başkaldırmışın büyük özgürlüğü cinayetlerinin zindanını kurmaktan başka bir şey değildi. Ama sıkıyönetim gittikçe genelleşiyor, özgürlük isteği herkesi kapsamak istiyor. Öyleyse Tanrı iyiliğinin karşıtı olan tek krallığı, adaletin krallığını kurmak, Tanrısal topluluğun yıkıntıları üzerine insan topluluğunu kurmak gerekir. Tanrı'yı öldürmek sonra da bir kilise kurmak başkaldırının değişmez ve çelişkin eğilimidir. Saltık özgürlük en sonunda bir saltık görevler zindanı, bir ortak çile, kısacası bir tarih olur. Bir başkaldırı yüzyılı olan on dokuzuncu yüzyıl herkesin göğsünü yumrukladığı yüzyıla, bir aktöre ve adalet yüzylı olan yirminci yüzyıla çıkar böylece. Başkaldırının aktörecisi Chamfort çok önceden dile getirmişti bunu: "Nasıl danteladan önce gömlek gelirse, cömertlikten önce de doğruluk gerekir." Öyleyse kurucuların çetin aktöre kuralları uğruna lüks aktöreden vazgeçilir.
 Dünya imparatorluğuna ve evrensel kurala yönelen bu esrimeli çabayı ele almamız gerekiyor şimdi. Başkaldırının, her türlü köleliği teperek bütün yaratılışı kendine bağlamaya çalıştığı dakikaya geldik. Başkaldırının her başarısızlığında, ortaya politik ve fetihçi bir çözüm çıktığını daha önce de görmüştük. Bundan böyle, kazançları içinde bir aktörel yoksayıcılığı, bir de güç istemini benimseyecektir. Başkaldırı gerçekte yalnızca kendi varlığını fethetmek, onu Tanrı karşısında sürdürmek istiyordu. Ama kaynaklarını unutur, sonra da ruhsal bir sömürgecilik yasasına uyarak, sonsuza dek çoğalan cinayetler içinden dünya imparatorluğuna doğru yol alır. Tanrı'yı kovdu göğünden ama doğaötesi başkaldırı anlayışı açıkça devrimcilik akımıyla birleşince usdışı özgürlük iteği usu, tümüeyle insanca bulduğu biricik fetih gücünü bir silah olarak benimseyecektir. Tanrı ölünce insanlar, yani anlaşılması ve kurulması gereken tarih kalır. O zaman, başkaldırının göbeğinde yaratma gücünü de bastıran yoksayıcılık bu tarihin türlü yollarla kurulabileceğini belirtir. İnsan, bundan böyle üzerinde yalnız olduğunu bildiği yeryüzünde usdışının cinayetlerine, insanlar imparatorluğuna doğru yol alan usun cinayetlerini de katar. Korkunç erekler tasarlar, başkaldırının ta kendisinin ölümünü de tasarlar bu arada, "Başkaldırıyorum öyleyse varız"a, "ve yalnızız"ı ekler.

-Başkaldıran İnsan

12 Eylül 2012 Çarşamba

Carpe Diem



 Hayal ederken sınır tanımayan ama birşeyler yapmaya gelince imkânsızlıklardan bahseden insan. Senin en büyük hatan bu komik tembelliğin. Gelecek tasarısı yıllardan yıllara, hatta aylardan aylara değişen ve geleceği hiç gelmeyen, bugünden kaçıp bugünden kurtulamayan insan. Senin en büyük hatan hayallerin ve yaptıkların arasındaki bu dengesizliği önleyememendir.

 Geleceğin umutsuzluğundan ve karalığından bahseden sen, beyaz gelecek hayallerinden vazgeçmedin. Bir felâketin haberciliğini yaparken bir yandan dertsiz tasasız bir hayat düşledin. Gelecek bir cinayet diyordun. Gördüğün herkese bundan bahsettin. Meydanlarda deli gibi bağırdın. Ama cinayet işlenirken başka bir yerde olmanın hayalindeydin. Soğuktan ve kandan uzak, karanlıktan daha beyaz... Tıpkı yaşlılar soğuktan ölürken bir duvarın ardında terleyen insanlar gibi. Gördüğün ve önleyemediğin bir cinayette kanın senin de eline bulaşacağını unuttun. Hatırladığın hâlde unuttun. Senin en büyük hatan bu duyarlı vurdumduymazlığındır.

 İnsanlardan kaçtın ve ne kadar uzak olduklarından bahsettin. Yükseklerde uçtun ve ne kadar küçük olduklarından bahsettin. Farklı olmak istedin, farklıydın da oysa bunu kimse bilmiyordu. Zihninde bir ateş taşıyordun oysa onlar için küfreden bir deli kadar farklıydın. Evet anlamadılar belki ama sen de anlatmadın. Senin en büyük hatan kibrindir.

 Geleceğin ne olduğunu unutup bugünü boşverdin. Oysa sen hiç bir zaman gelecekte yaşamıyordun. Sen zamansız bir kurguda yaşıyordun. Başkalarının masallarından kaçtın ve kendininkilere inandın. Belki onurlu bir davranıştı bu ama onurdan bahsedemeyecek kadar zarar gördün. Geleceğin bir gün bugün olacağını anlayamadın, anlamak istemedin. Geleceği kurguladın, kurmadın! Senin en büyük hatan kurgularını zihninin gerçeküstülüğüne hapsetmendir! Orada yaşıyordun, hayallerinde yaşıyordun ama arzu ettiğinin gerçeği için bir çaba sarf etmedin. Senin en büyük hatan bu tembelliğindir.

 Oysa bugün. Çok basit, sadece bugün. Sen sadece bugün varsın ey hayalperest insan! Hayallerini kurgulamaktan vazgeç! Kur onları! Kurdukça zaman bir saat gibi işleyecek ve ektiğin tohumlar büyüyecektir. Yabandikeni tarlasında gülleri düşleme vaktin geçti. Toprak kurumadan ek fidanlarını ey insan. Çünkü bitecek. Toprağın yıkılacak ve saatteki kum dibe çökecek, kaçacak yerin kalmayacak...