Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

19 Haziran 2013 Çarşamba

İllüzyonun Reddi (Özgürlük Temsil Edilemez)


"Üyeler tarafından istenmeyen faaliyetlerin engellenmesi umuduyla kurallar veya iç tüzük hükümleri kabul edilir. Liderlik meşru kaygıları ele alarak yola koyulur, ancak çok geçmeden güç sayesinde yozlaşır. Faaliyetlerin diğer üyelerden gizlenmesini veya aldatmacaların kullanılmasını gerektirse bile, kendisi ve örgütlenme için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya başlar. Seçkinler kendilerinin dışlanmasını üyeler açısından güçleştirerek kendi yerlerini sağlama almaya teşebbüs ederler, ve sürekli olarak güçlerini arttırmak için çabalarlar. Seçkinler liderliğinin eleştirilmesini yasaklayabilirler, veya kendisine "sade" üyelerinkine baskın olan insan-üstü nitelikler atfedebilirler. En nihayetinde seçkinler artık üyelerin kontrolü altında değildirler, ve onlara meydan okunamaz. Örgütün tüm gücü ve kaynaklarıyla çılgınca etrafa saldırarak, ona karşı gelmeye cüret edenleri cezalandırabilir. Üyelik artık gönüllü değildir, örgütün yargı alanı içerisinde olduğuna karar verdiği herhangi bir şeyin sınırları içinde kalan kim olursa olsun bu ona dayatılır. Aslında zarar verilmesini engellemeyi amaçlayan yasalar ve otorite, seçkinler tarafından hedeflenen kimselere zarar vermenin bir aracına dönüştürülür."
-Ed Stamm - Rıza ya da Zorlama (Anarşist Bakış Çevirisi)

  Machiavelli Prens adlı siyasetnamesinde hükümdarın ayakta durabilmesi için baskı altında tuttuğu toplumun güvenini kazanması gerektiğinden bahseder. Hükümdar sert olmalı, egemenliğini devam ettirebilmek ve devletin devamlılığını sağlayabilmek için ahlâk ve kanun tanımaksızın her şeyi yapacak cesareti göstermeli ancak bunları yaparken halka kendisini bir iyilik meleği gibi göstermelidir. Çünkü ordu ne kadar güçlü olursa olsun, tebaası tarafından sevilmeyen bir hükümdar o koltukta kalamayacaktır.
Hükümdarın tanrının temsilcisi, ülkenin hükümdarın malı ve halkın hükümdarın kulu olarak algılandığı zamanlarda bile bu durum böyledir. Hükümdar kendisini halka iyi göstermek, onları yaptığı eylemlerin iyiliğine ve gerekliliğine inandırmak zorundadır.

 İktidar, kendini hükmedici değil temsilci olarak tanıtır. Kutsalın uygulayıcısı ve temsilcisidir. İlkel kabilelerde şef, aynı zamanda şamandı ve kutsal ruhlarla aracılık ettiğine inanılırdı. Kabile içindeki statüsünü bu inanca borçluydu. Krallıklarda ve imparatorluklarda lider tanrının temsilcisi ve emirlerinin uygulayıcısı olarak algılanıyordu. Ortaçağ'da gerek Hıristiyan gerek İslam devletlerinde hükümdarlar, dini liderler tarafından tanınıyor ve meşruiyetlerini onların verdikleri unvanlardan alıyorlardı. Bugün ise iktidar kendini halk iradesi olarak tanıtıyor. Halkın temsilcisi olduğunu, yetkisini halktan aldığını söyleyerek halka zulmediyor. Önceki yazımda bahsettiğim gibi, bu o iktidarın ve ya bu partinin politikasından çok, devletin gerçek yüzüdür.
Çünkü iktidar hiç bir zaman temsil ettiğini söylediği şeyleri umursamaz. Tüm bunlar iktidarın meşruiyeti değil, sadece kalkanıdır. İşte burada imgeyi anlamak gerekir.
 Jean Baudrillard, kitlelerin tanrı düşüncesini değil tanrı imgesini benimsediğini savunur. Çünkü kitlelerin sahip olduğu bu tanrı inancı, kurumsallaşmış bir dinin ve kilisenin dışına asla çıkamamıştır. Bu imgesel tanrı, kitlelere kilise törenleri, şehit ve aziz masalları ve bunun gibi sembolik şeyler verir. Kitleler putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Bir inanç, dava ve ya lider adına ölürken dini bir büyücü gibi gösterişli bir şekilde kullanarak emmişlerdir.*
 Bu imgesel tanrının dinlerin tanrısından ibaret olduğunu zannetmiyorum. Çünkü iktidar kavramları dejenere ederek kendine bir imge yaratır. Topluma o imgeden aldığını yetkiyle hükmeder. Halka hizmet etmek için geldiğini söylese de, külliyen yalandır. Bir evde hizmetçi olarak çalışan birinin ev halkını keyfi olarak dövmesi nasıl hayal edilemezse, halka hizmet için gelmiş birinin hizmet etmekle yükümlü olduğu halka zulmetmesi ve yaşamların kısıtlaması da hayal edilemez. 

 Kısacası, iktidarların tarih boyunca imgeleri olmuştur. Bu imgeler inançların, kavramların, düşüncelerin, ideolojilerin dejenere edilip içinin boşaltılmasından, anlamını yitirmesinden ibarettir. İktidarın kullandığı inanç, ideoloji nasıl anlamını yitirip aslında olduğundan farklı bir şeye dönüşüyorsa (bkz. Kuzey Kore) halk iradesi de iktidar için bir göz boyamadan ve imgeden ibarettir.

 Bugün halktan yetki aldığını söyleyerek zulmeden bir iktidarla karşı karşıyayız. Bütün caniliklerini ve hukuksuzluklarını seçim sandıklarıyla ve istatistiklerle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bunu iktidardaki kişinin art niyeti ve ya narsistliği ile yorumlamak doğru olsa bile, tek başına yeterli değildir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, gücün ve hükmün kendisine verilmesiyle tiranlaşacaktır. Bugün yaşadığımız iktidardaki kişinin tutumuyla ilgili olduğu kadar halkın sandığı irade gösterilen ve düşüncenin belli edilebileceği tek meşru yer olarak görmesiyle ilgilidir.

 Hepimiz oy vermenin ve kendimizi temsil edecek birini bulmanın özgürlüğün tek yolu olduğuna inandırıldık. Kendimizi ifade edebilmemiz için takım elbise giyen ve ağdalı konuşan bir temsilci bulup sandıkta onun adına ve ya tüzüğü ve propagandası hoşumuza giden bir partinin amblemine mühür basmamız gerekliydi. Milyonlarca insanın beş yüz küsür kişi tarafından temsil edilebileceği ve bunun toplumsal irade olduğu gibi komik bir yalana inandırıldık.
Parlamento ve seçim sadece kendimizi yöneteni seçtiğimize inanmamız için var olan komik bir tiyatronun parçalarıdır. Seçim aynı zamanda özgürlüğü ve bireysel iradeyi pasifize etmenin yoludur. Toplum, iradesini sandıkta gösterdiğine inanarak bütün özgürlük ve hak arayışlarından pasifize edilir. Böylece sandık sonuçları iktidarın bütün zorbalığının bahanesi hâline gelir.
 Eski Yunan demokrasisinde oy vermek sadece seçkinlerin (şehirde yaşayan özgür, kentli erkeklerin) hakkıydı. Dolayısıyla irade seçkinlere aitti. Bugün oy verme hakkına hepimiz sahip olsak da irade hâlâ seçkinlere ait. Bizim bu yanılgımız ayrıcalıklı bir sınıf yaratmış durumda. 
Kısa zaman önce milletvekillerinin maaş zammını öneren yasayı hiç bir sorun olmadan onaylaması gündemdeydi. Her konuda birbirlerine giren, tekmelerle ve tokatlarla saldıran, hakaret eden milletvekilleri söz konusu maaşları ve ayrıcalıkları olduğunda bir araya geldiler. Onlara bu yüzden kızmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum çünkü yaptıkları tek şey kendi sınıf mücadelelerini vermekti. Seçilmiş, yalıtılmış ve ayrıcalıklı bir konumdayken, yakınları bile toplumun geri kalanından daha ayrıcalıklıyken bu insanların fazladan birkaç bin lira istemeleri anormal değildir. Çünkü onları irademizin tek yolu olarak görmek, yapacakları bütün şimarıklıkları kabul ettiğimiz anlamına gelir.

 Halk, iradesini sandıktan ibaret gördüğü sürece iktidarda kim olursa olsun diktatörleşecektir. Bütün iktidarların temelde aynı olduğunu düşünüyorum, iktidarın reflekslerini ise halk belirler. Halk yönetilmeye hazır bir hâldeyse dikta doğal bir sonuçtur.

 Bugünlerde bu irade yanılgısını yenmenin önemini anlamamız gerekiyor. Son zamanlarda yaşananları bir parti/hükümet meselesine indirmek bu yüzden tehlikelidir. Çünkü dikta AKP'nin gelmesiyle başlamadı ve gitmesiyle bitmeyecek.
 Eylemlerin iktidarı korkutmasının en büyük sebebi insanların bu illüzyonun sahteliğini fark etmeleri ve iradesini kendilerine çizilen sınırlar dışında göstermeye başlamış olmalarıdır. Ancak söylemler iktidar üzerine yoğunlaşır ve mesele buraya indirgenirse bu komik döngü tekrarlayacaktır.
 Bugün sahip olduğumuz haklar ve özgürlükler bize verilmedi. Sekiz saatlik çalışma ve haftasonu tatili gibi haklar bile uzun mücadeleler sonucu alındı. Dolayısıyla iktidardan haklarımızı vermesini beklemek komik bir beklentidir.
 Parklarda yapılan forumlar bu yüzden önemlidir. Halkın doğrudan irade göstereceği bu forumlar yaygınlaştırılmalıdır. Böylece bu mücadele belli bir kesimin mücadelesiymiş gibi görünmekten çıkacaktır.

 İktidar kontrol edemediği bizleri sindirmek için elinden geleni yapmaya devam edecek. Kolluk kuvvetlerini üstümüze sürecek, savcılarıyla ve hukukla gözümüzü korkutacak, sopalı kenar mahalle milisleriyle bizi yıldırmaya çalışacak. Ancak tüm bunların boşa çıkacağını göreceğiz. Çünkü kaybetme korkusu taşıyan bir iktidar, karşısındaki harekete olağan gücüyle saldırmaya başlar. 12 Eylül'de kitapların yakılması boşuna değildir, çünkü zorbalığı sona erdirecek olan şey bilinçtir. Bilinci engellemeyen iktidar ise bilinçlenmiş ve ya bilinçlenmekte olan insanlara var gücüyle saldırır. 

 Durum böyleyken meseleyi iktidardaki isimlerin değişmesine indirmek bir bilinç bunalımına yol açar. Kimse tarafından temsil edilmeyeceksiniz. Özgürlüğünüz tahta sandıklarda gerçekleşip politikacılar tarafından dile getirilmeyecek kadar değerlidir. O size verilmez, zaten sizindir ve yapmanız gereken sizin olan yaşama hakkını geri almaktır.

*Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, İstanbul 1991, Ayrıntı Yayınları, s.10-11

12 Haziran 2013 Çarşamba

Çapulcu Denemeler


Burjuva toplumu sadece denklik kuralını mantıksal ve tarihsel aşırı uçlara taşımıştır. Bütün insanlar alıcılar ve satıcılar olarak eşittir herkes serbest piyasa ortamında egemen egodur. Bir zamanlar insanlığı boylarda, klanlarda,  kabilelerde, polisin kardeşliğinde ve loncanın mesleki cemaatinde birleştiren bağlar tamamen çözülmüştür. 
Kolektif insanın yerini monadik insan alır; geçmişin kan bağı, kardeşliği ya da meslek bağları yerlerini mübadele ilişkisine bırakır. Burjuva piyasasında insanlığı birleştiren şey rekabettir: Tek bireyin herkese karşı evrensel düşmanlığı. Rakip sermayeler, el koyan ve savaşan burjuva girişimler düzeyine erişen piyasa acımasız bir kuralı dayatır: “Büyü ya da öl”; sermayesini katlayamayan ve rakiplerini yutamayanlar yutulacaktır. Kişiliğin bile alınıp satılan bir nesneye indirgendiği bu giderek daralan toplumsallık dışı ilişkiler kümesinde, toplum üretim için üretim kuralına bağlıdır. Denklik kendisini bir mübadele değeri olarak sunar; paranın dolayımıyla, bütün sanat eserleri, hatta her ahlaki kaygı değiştirilebilir bir miktara indirgenir. 
Toplumun üretim için üretim kuralıyla yönetildiği ve büyümenin ölümün tek panzehiri olduğu bu nicel denklikler alanında, doğal dünya doğal kaynaklara, benzersiz bir başıboş sömürü alanına indirgenir. Kapitalizm, doğanın insan tahakkümüne sokulması doğrultusundaki kapitalizm öncesi nosyonu onaylamakla kalmaz, aynı zamanda doğanın talanını toplumun temel yasasına dönüştürür. Üretim için üretim ilişkisi, burjuvanın sapkınlığı sonucunda değil, hem yön verdiği hem de boyun eğdiği bizzat piyasa ağının sonucu olarak yaratılmıştır. Ona ekonomik çıkarlardan önce insan çıkarlarını gözetmesi doğrultusunda çağrıda bulunmak, otoritesinin onun maddi varlığının bir işlevi olduğu gerçeğini göz ardı etmek demektir. Ekonomik çıkarlarından ancak toplumsal gerçekliğini inkâr ederek, aslında, insanlığını kurban eden otoriteyi inkâr ederek vazgeçebilir. 
*Murray Bookchin - Ekolojik Bir Topluma Doğru

 Gezi Parkı'na bu olaylar başladığından beri üç kez gittim, bir gece kaldım ve dün akşam kurşun askerlerin hiç bir sebep yokken parka saldırmasına şahit oldum. Amerikan askerlerinin Irak'ta yaptıklarıyla bu adamların Gezi Parkı'na ve ülkenin her yerinde bu durumu protesto eden insanlara yaptıkları arasında bir fark olduğunu düşünmüyorum. Nasıl Amerikan askerlerine Iraklıların "medenileşmemiş" canlılar olduğu ve yok edilmelerinin meşru olduğu söylendiyse, belli ki kurşun askerlere de bizim hakkımızda benzer şeyler söylenmiş. Bu barbarlığın sebebi üzerine bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. 

  İktidar, bütün meşruiyetini, egemenliğini yalanlar üzerine kurmuştur. Bütün alçakça eylemlerini masum göstermek için yalanları vardır. Eğitim kurumları, insanları iktidarın yalanlarından oluşan bir dünya görüşünün içine yerleştirir. Ancak bu yalanların devamlılığını sağlamak medyanın görevidir. Medya, insanları iktidar adına hipnotize eder. Sistemin işlemesi için medyanın inandırıcı olması, insanların gözünde gerçekçi olabilmesi ve doğru/yanlış bütün söylemleri kabul ettirip bütün olayların iktidarın lehine çevirebilmesi gerekir. Ancak iktidarın en çok korktuğu şey, medyanın çuvallamasıdır. Medya çuvalladığı ve inandırıcılığını yitirdiği zaman iktidar insanları bir şeylere inandırmaya çalışmayacak, zaten kör kütük inanan insanlara konuşmak için bir şeyler verecektir. Gezi Parkı olaylarıyla başlayan toplumsal patlama bize bunu gösteriyor. Medya inandırıcılığını yitirdi ve otorite kutsal fedaileriyle baş başa kaldı! İşte yaftaların önemi burada başlıyor.
 Otorite, karşısında yaptıklarından memnun olmayan ve yalanlarına inanmayan bir kitle bulduğu zaman yaftaların arkasına sığınır. Bu yaftalar bir anlamda otoritenin kendini nasıl tanımladığını, nasıl bir ötekiye sahip olduğunu belirler. Kendi kitlesinde meşruiyet kazanmak ve gaddarca eylemlerini haklı çıkarmak, silahlı güçlerini birer melekmiş gibi göstermek için ötekilere ve onları yaftalamaya muhtaçtır.
 Bugün iktidar, inandırıcılığını kaybetmenin etkisiyle barbarca saldırıyor. Bütün iktidarlar kuzu postu giymiş canavarlara benzerler, üstlerindeki post yırtıldığında saklayacakları bir şey kalmadığı için canavar gibi davranmaktan çekinmezler. Birkaç yıl önce demokrasi havarisi, insan hakları savunucusu olarak bilinen, Türkiye'de ve dünyada böyle reklam yapan -hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum ama yabancı bir gazete AKP'nin ikinci kez seçilmesini Franco rejiminin bitmesine benzetmişti- iktidar, göz boyama yeteneğini kaybedince dünyanın her yerinde bulunan devlet fetişistlerinden aldığı güçle barbarca saldırmaya başladı. Kitlesine de bu saldırdığı insanların çapulcu olduğunu söyledi. Yaptığı tek şey kendisine her koşulda inanacak bu kitleyle konuşacak bir şeyler vermekti. 

 Hiç bir yaftayı bu kadar sahipleneceğimi düşünmezdim. İktidar, karşısında tek bir yerden organize edilen bir kitle olmadığı için "komünist, PKKlı, darbeci, faşist, anarşist, terörist, CHPli("ha" ile okunur), bolşevik, vs" gibi bir yafta bulması imkansızdı bu yüzden daha geniş, toplumun her kesimini ve her görüşünü kapsayabilecek, birleştirici bir kelime buldu. Çünkü her ne kadar aksini iddia etse de bu kitle organize edilmiş, yönlendirilmiş, belli bir ideolojiden beslenen bir kitle değildi. Bu politik bir eylem değil, toplumsal bir patlamaydı. Bu, devletin sevmediği insanların, soysuzların ve çapulcuların isyanıydı.

Delilik ve Çapulculuk:

 Desiderus Erasmus; deliliği insanın gerçeğe ulaşması ve özsaygıdan kaynaklanan gerçek mutluluğa sahip olması için tek yol olarak görür. Deli, aklını değil düşünsel zincirlerini yitirmiştir. Rahat bir hayat yaşayabilecek ve sevilen biri olabilecekken huzursuzluk yaratan, soyluların keyfini kaçıran ve insanların yapay mutluluğunu reddedip, gerçek mutluluğun acısını çeken bir varlık hâline gelmiştir. Bilim, sanat ve felsefe delilerin işidir ve bilgelik deliliktir. Erasmus, Sokrates'in deliliğini şöyle açıklar:
"Hakkında ileri sürülen sürülen suçlamalara ve onu mahkûm eden yargıya kim sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı karşısında secde edeceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni öğrenmiş olsaydı, bu felâket başına gelmezdi."*
Deli, söyledikleri dikkate alınmayacak kadar aklını yitirmiş denildiği hâlde azını açtığı an susturulması gereken bir canlıdır. Bu iktidarın deliliğe bakışını ve ona duyduğu nefretin sebebini gösterir. Çünkü deli, kralın değil kendi aklının kölesidir ve kralın yalanları onun beynine etki etmeyecektir. Bu yüzden tarih boyunca şeytanın kölesi olduğu söylenmiştir.
Ortaçağ'da deliler, bedenlerinin cinlerin ve şeytanın esiri olduğu söylenerek yakılırdı. 
Faucault'ya göre iktidarın deliliğe -bugün için marjinallik de diyebiliriz- bakışı pek değişmedi. Ortaçağ'ın olduğu gibi modern zamanında delileri vardı. Deliler büyücülerin torunu olmasa da psikiyatri, engizisyon geleneğinin devam ettiricisidir. Amacı topluma uymayanları, dairenin dışındakileri ve delileri, beyinlerini kesip biçip tedavi etmek, iktidar ve toplum için mâkul biri hâline getirmektir.

 Deli, kontrol edilemez bir canlıdır. Bu kontrol edilemezliği onu iktidarın ve fedailerinin gözünde şeytani bir varlık hâline getirir. Devlet kendine her zaman bir şeytan bulacaktır. Bir örnek vermek gerekirse, Amerikan çizgi romanları çirkin Komünistlerle savaşan kahramanlarla doludur. Devlet kendi otoritesine karşı çıkan herkesi yarattığı şeytanın uşağı olarak lanse eder. Otoriteye karşı çıkan insan, şeytan tarafından ele geçirilmiş, kandırılmış, ruhu kötüleşmiş ve ihanet etmiştir. Aklını ve vicdanını yitiren bu insan, susturulmalı ve ülkenin güvenliği, halkın huzuru için yok edilmelidir.
 Bugün hükümetin ve ona yakın basının Soğuk Savaş paranoyalarını tekrar tekrar pişirip servis etmesiyle bu algının hiç değişmediğini gördük. Bugün bir çok insanın gözünde faiz lobisi tarafından kullanılan, bilerek ya da bilmeyerek bütün amacı ülkenin kötüye gitmesi olan yeraltı teşkilatlarına hizmet eden bir deli yığını var. Sevgili çapulcu dostlarım; bu yığın biz oluyoruz. Aklımız ve ruhumuz devletin şeytanları tarafından ele geçirilmiş. İş adamları, sermayedarlar hükümeti desteklerken, yabancı basın onu göklere çıkarırken ortada olmayan faiz lobisi, bir gece ansızın ortaya çıktı ve bütün eylemlerimiz ona dayandırıldı. Medya inandırıcılığını kaybedince hükümet ve onun kör kitlesi kendi yalanlarını üretmeye başladı ve bu konuda pek profesyonel olmadıkları için komik olmaya başladılar. İşte bu komik propagandalarla deli(çapulcu) ilan edildik. Soylu ve iyi insanların huzurunu bozmak, iyi giden her şeyi mahvetmek için bir cinliler ordusu olarak ülkenin her yerinde sorun çıkarmaya başladık. 
 Kısacası, bugün üstümüze yapışan ve benimsediğimiz bu sıfatın geçmişi deliliğe dayanır. Biz deliler ve çapulcular olarak onların huzurunu kaçırdık. Kontrol edilemediğimiz ve palavralara inanmadığımız için kötüyüz. Kör kitleler, düşünmeye pek zahmet etmedikleri için başkalarının düşünebildiklerine de pek ihtimal vermezler. Onlara göre karşı çıkamadıkları otoriteye başkaldıran herkes ya kandırılmış ya da art niyetlidir. İktidarın ve kör kitlenin gözünde sahip olduğumuz görüntüyü böyle açıklayabiliriz.

Farkındalık, Sabrın Tükenmesi ve Delirme Eşiği (Çapulcu Olmak)

John Carpenter'ın They Live filminin iyi bir sistem eleştirisi olduğunu söyleyebilirim. Filmin ana karakteri Nada bir inşaatta çalışmaya başlar ve iş yerinde tanıştığı biri onu kalması için kilisenin yanındaki bir araziye götürür. Orada televizyon yayınları zaman zaman kesilip, yaşlı bir adamın başkaldırı üzerine korsan yayınları verilmektedir. Nada, bu yayınların kiliseden yapıldığını fark eder, merak edip içeri girer ve kilisenin bodrumunda bir koli güneş gözlüğü bulur. Bu gözlüğü takmasıyla insanların uzaydan gelen bir tür tarafından yönetildiğini fark eder. Bir makineden yaydıkları sinyaller onların insan gibi görünmesini sağlasa da gözlükleri bu sinyallerin etkisini yok eder ve gerçeği görmeyi sağlar. Spikerler, polisler, politikacılar uzaydan gelen bu türdendir. Reklam tabelalarının, broşürlerin, haber programlarındaki dekorların, gazetelerin ardında "İtaat et, uyu, sekiz saat çalış sekiz saat uyu, sorgulama, kabullen, üre ve çoğal" gibi emirler vardır. İnsanlar bu yollarla dünyayı işgal eden bir tür tarafından kontrol edilir.
Nada, bunu fark edince kendini terörist diye adlandırılan insanların yanında bulur. Bu gözlüğe sahip olup gerçeği gören herkes halka toplum düşmanı diye tanıtılmış, marjinalize edilmiştir. Hükümet ve basın bu insanların terörist olduğunu söyler ve polis gerçekte ne olduğunu gören teröristleri yok etmek için elinden geleni yapar.

 Gerçek hayatta medyanın, filmdeki sinyallerin yerine geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Medya, beynimize sinyaller göndererek politikacıları, iktidarı ve onun kolluk kuvvetlerini iyi ve gerekli görmemizi sağlar. Onlara itaat etmeyen herkesin de terörist olduğundan, toplum düşmanı olduğundan ve ya demin bahsettiğim gibi ruhu ele geçirilmiş bir varlık olduğundan bahseder. Medya inandırıcılığını yitirdiğinde beynimize salgıladığı bu sinyaller etkisizleşir. İktidarın yalanlar üzerine kurduğu tapınak oldukça hassastır, bir parçası çekildiğinde yıkılıverir. Bir yalan fark edildiğinde söylenilen her şeyin bu yalanla bağlantılı olduğu fark edilir ve beynimizdeki kör kutsal böyle toza dönüşür.
Hareketin başlangıç noktası bu oldu. İnsanlar gerçekte olan ve medyada gösterilen çelişince, medyanın inanılırlığını sorgulamaya başladılar. 1 Mayıs'ta terörist olarak gördükleri insanların polis tarafından haksız yere saldırıya maruz kaldıklarını gördüler. Reyhanlı'da patlamalar olurken medyanın üç maymunu oynamasıyla onun güvenilmezliğini anladılar ve Gezi Parkı'nda sadece kitap okuyup şarkı söyleyen insanlara saldırılınca ayaklandılar. Çünkü iktidar inandırıcılığını yitirdi ve sinyaller bozuldu. İnsanlar sokaklara dökülürken ve polisler acımasızca saldırırken medya penguenlerle ilgileniyordu. İnsanları ayağa kaldıran ve teröristlerin, delilerin, marjinallerin tarafına geçiren bu değişim oldu. 
Bu ayaklanmalarda farkındalık kadar, sabrın tükenmesi de önemlidir. Bu bir toplumsal patlamadır, mesele Gezi Parkı'nın ötesinde, iktidarın yaptıklarına halkın artık sabredemeyişindedir.
Toplumların da insanlar gibi psikolojileri vardır. Kendini baskı altında hisseden bir toplum, baskı altındaki insan gibi cinnet geçirecektir. Bir kişinin toplumu şekillendirme çabası, toplum mühendisliği her zaman toplumda negatif bir etki bırakır ve isyana sebep olur.
Montgomery Otobüs Boykotu, Rosa Parks'ın otobüste bir beyaza yer vermediği için tutuklanmasıyla başladı. Alabama'da yaşayan siyahiler, belediye otobüslerini boykot etmeye başladılar. Daha sonra saldırılara uğradılar, olaylar büyüdü ve en sonunda Alabama eyaleti ırkçı yasalardan vazgeçmek zorunda kaldı. Mesele sadece Rosa Parks'ın tutuklanması değildi, bu olay sadece bardağı taşıran son damlaydı. Alabama'daki ırkçı uygulamalar siyahilerin sabrını tüketmişti ve bardağın taşması için bir damlaya ihtiyaç vardı.
 Gezi Parkı olaylarını da böyle görebiliriz. Gezi Parkı'nın yıkımı, bir çok insan için isyanın sebebi değil, ateşleyicisidir. Çünkü bilinç ne kadar görmezden gelmeye çalışırsa çalışsın, bilinçaltı olayları öfkeye çevirecektir ve öfke bir yerde patlayacaktır.

 İnsanları birer çapulcuya çeviren, medyanın inandırıcılığını yitirmesi ve iktidarın keyfi zorbalıklarına karşı sabrın tükenmesi olmuştur. İnsanlar normalin ve mâkul olanın dışına çıktılar ve delirmeye başladılar. Bu olayların bir devrim olduğunu söylemek bence hayalperestliktir ancak en azından doksan yıllık devlet putunun yıkılmasına yardımcı olacağına dair umudum var.

Robotlaşma ve İktidarın Muhafızlığı

 İki yıl önce Radikal Gazetesinde okuduğum bir habere göre, polis saldırırken yaptığının farkında değildi. Bir polis memuru, eylemci bir kadını tekmelediğini sabah kahvaltısı yaparken izlediği haberde fark etmişti. Olayı hatırlamıyordu. Çünkü aç bırakıldı, vahşileştirildi ve bir ölüm makinesi hâline getirildi. Bugün maruz kaldığımız ve şahit olduğumuz şiddet, insanlığını yitirmiş ve bilinci yok edilmiş canlıların iktidar tarafından üstümüze sürülmesinden ibaret.
 Kurşun askerlerin rolünden bahsetmeden önce, nasıl bir psikolojiye sahip olduklarını görmek gerek.
 Philip Zimbardo'nun yaptığı Stanford Hapishane Deneyi, üniformanın ve otorite temsilciliğinin insanı nasıl vahşileştirdiğini görmek için yeterlidir.
Zimbardo, Stanford Üniversitesi'nin bodrum katında yapay bir hapishane yarattı ve denekleri mahkum ve gardiyan olmak üzere iki gruba böldü. Denekler kendilerini rollerine fazla kaptırdılar ve Zimbardo bir süre sonra deneyi durdurmak zorunda kaldı. Çünkü gardiyanlar kendilerini rollerine kaptırmışlardı ve mahkumlara ciddi anlamda şiddet uyguluyorlardı. Bu gardiyanların bir kısmı şiddetten yargılandı ve mahkumlar ciddi tramvalar geçirdi. Bir deney için gardiyan rolünü üstlenen insanlar bu kadar vahşileşirken, silahlarla donatılıp adaleti sağladığı söylenen varlıkların vahşileşmesi ve öldürmek için saldırması sürpriz değildir.
Kurşun askerlerin üstlendikleri tek rol, otoritenin temsilciliğidir. Her ne kadar bugün belli siyasi görüşlerin, cemaatlerin örgütlenmesinden bahsedilse de bu hiç bir anlam ifade etmez. Çünkü bu insanlar bir düşünce sistemine ve siyasi görüşe sahip değillerdir, kendinden geçmiş ölüm makinelerinin ideolojisinden bahsetmek komik olur, yegane amaçları iktidarın baskısını insanların üzerinde hissetirmektir.
Yahudi Soykırımı'nda gettolardaki Yahudi polislerinin önemi büyüktür. Bu polis birimleri Nazilere gönüllü olarak hizmet ediyorlar ve onların otoritesi adına kendi halklarını eziyorlardı. Çünkü iktidarın temsilcisi ve uygulayıcısı olmanın verdiği güç akıllarını ve vicdanlarını yok etmişti. Üstümüzdeki şiddet, böyle bir robotlaştırmanın ürünüdür. Varlığını feda ederek büyüyen insanların, bir süre sonra üniformaya ve onun temsil ettiği şiddete benliğini feda etmesinden ibarettir.
Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann, yargılandığında sadece emirleri yerine getirdiğini söylüyordu. Bugün bu varlıkları savunanlar da onlar için aynı şeyleri söylüyorlar. Bir çok insan, öldürmek için saldıran bir grubun emir kulu olduğu için masum olduğunu iddia ediyor. Ancak bu oldukça anlamsız. Eğer öyleyse Filistin'deki İsrail askerlerini, Irak'ta milyonlarca insanı öldüren ve işkence eden Amerikan askerlerini kolaylıkla aklayabiliriz.
Zaten diğer devletlerin terörü vahşet iken yüce devletimizin terörü "savunma"dır ve kolluk kuvvetleri de masum emir kullarıdır. Devlet fetişistlerinin düşünce yapısı böyledir.

Kendi Kendini Yiyen İnsan


Erysikhton'un hikayesi bencilliğine yenilen ve bitmeyen hırsının bedelini ödeyen insanın hikayesidir. Erysikhton, şimarık bir adamdır. Yenilgiyi asla kabullenmeyen biridir. Bir gün Demeter'in bahçesindeki ağacı kesmeye karar verir. Bahçeye girer ve Demeter'in çok sevdiği meşe ağacını keser. Bunu öğrenen Demeter, Erysikhton'u sonsuz bir açlıkla cezalandırır. Erysikhton, bulduğu her şeyi yemeye başlar ama asla doymaz. Bu açlık öyle bir hâle gelmiştir ki, en sonunda kendi kendini yemeye başlar ve böyle yok olur.
 Bencil ve hırsını yenemeyen insanların sonu Erysikhton'a benzer. Bu hırsları onlara bitmek bilmez bir açlık sağlar, asla tatmin olmazlar ve hırslarından kendi kendilerini yemeye, kendilerini bitirmeye başlarlar. Karşımızdaki iktidarın hikayesine ne kadar benziyor! Tiran, iktidarı almış olmanın gücüyle hareket etti, her şeyi kontrol etmeye ve aklından geçen her çılgınlığı yapmaya çalıştı. Çünkü sonsuz bir açlığa sahipti. Bu açlık o kadar büyüdü ki kendi kendini yemeye başladı. Belki de hiç bir gücün ve iktidarın sonsuza kadar sürmeyeceğini unutarak bir açlık krizine, bir hırs nöbetine yakalandı. Tiran acınası durumda, kendi kendini yiyor ve Demeter'in bahçesine saldırmanın bedelini kendini tüketen bu hırsla ödüyor.

Bazı Çapulcular İçin (Nacizane Tavsiyeler)

 Karşılaştığınız şey, o hükümetin ve ya bu başbakanın iradesi değil, devletin gerçek yüzüdür. Farkında olarak ya da olmayarak devlet babaya isyan ettiniz. Bu hükümetin devrilmesi, bir başkasının gelmesi, iktidarda hangi partinin ve ya kişinin olacağı hiçbirşey ifade etmeyecek. Bunun bir devrim olduğunu düşünmek hayalperestliktir.
Haklarınızı talep etmek ve yaşam alanınızı korumak için iktidarlara ve partilere güvenmeyin. Mihail Bakunin "En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar'dan daha beter olacaktır." der. Bir çoğunuzun yüceltmeye devam ettiği, bayraklarını taşığı şey, aynı sistemin bir parçasıdır. Türkiye'de rejim değişmedi, sadece kendi içinde sürümler üretti.
Devleti kutsallaştırmaya devam ederek varabileceğiniz bir yer yok. Hükümetin bu olaylarla devrileceğine ihtimal vermiyorum, öyle olsa bile bir şey ifade etmeyecek. Mesele o hükümeti ve ya bu partiyi devirmek, yerine başkasını getirmek değil, haklarımızı almak, yaşamımızı korumak ve hükümetin üzerimizdeki baskıyı kaldırmasını sağlamak, özel hayatımızı ve yaşam alanlarımızı otoritenin tecavüzünden kurtarmaktır.
Bir öfke patlaması yaşıyorsunuz, çünkü gördüğünüz şeylere artık tahammülünüz kalmadı. Üstelik hükümetin sizi marjinalize etmesi, yaftalar yapıştırması hoşunuza gitmiyor. Ancak medyanın maskesi düştü ve siz daha önce size öcü gibi gösterilen insanlarla artık saftasınız. Artık eşcinsellere, transeksüellere ve hayat kadınlarına hakaret etmekten vazgeçin. Size kötü gösterilen, toplumun dışladığı bu insanların kötü olmadığını, sizinle aynı şeyleri savunduklarını ve sizinle hiç bir sorunları olmadığını gördünüz.
 Ayrıca yıllardır bazı olaylara medyanın gözüyle baktığınız ve o medyanın nasıl bir şey olduğunu artık biliyorsunuz. Sinyaller bozuldu, artık gördüklerinizi kabullenmelisiniz.
Tekrar söylemek gerekirse: mesele o hükümet ve ya bu başbakan değil, iktidarda kim olursa olsun yaşam alanlarımıza müdahale etmesini önlemektir.

 Gözlerinizdeki perde kalktı, artık sizi kimse durduramaz, sadece size son günlerde yalan söyleyen iktidarın ve medyanın hayatınız boyunca yalan söylediğinin farkına varın. Aksi takdirde insani istekleriniz basit politik hesaplaşmalara sıkışacak ve bunu istemezsiniz.

*Deliliğe Övgü, Alter Yayıncılık, Ankara 2008, s.51