Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

24 Kasım 2013 Pazar

İnanç: Hayatın Ötesindeki Kurgu




Ruhu madde dışı yapmak için ilahiyatçıların nedenleri vardı. Ahiret hayatında keşfettikleri hayali ülkeleri yurtlandırmak için ruhlara ve ham hayallere ihtiyaçları vardı. Maddi ruhlar bütün cisimler gibi dağılıp giderlerdi. Oysa, insanlar kendileriyle birlikte her şeyin kötü olacağına, her şeyin biteceğine inansalardı, öteki dünyanın coğrafyacıları ruhlarını bu bilinmeyen meskene gönderme hakkını yitirirlerdi. Bu ruhları otlattıkları umut ve hülya çadırından ve onları altında ezmeye özen gösterdikleri cehennem dehşetinden hiçbir yarar sağlayamazlardı. Yani ahiret âleminin insan türü için hiçbir gerçek yararı olmasa da, insan türünü oraya göndermeyi üstlenenler için yararı büyüktür.
 *Jean Meslier - Sağduyu / Tanrısızlığın İlmihâli

   Marquis de Sade "Eğer Tanrı'dan bahsetmeyi akıl eden ilk ahmak boğazlansaydı, yeryüzünde bir çok cinayet işlenirdi."der. Bu fikri bir zamanlar benimsiyordum, ancak bugün inancı eleştirmek için yüzeysel ve gerçek dışı kaldığını düşünüyorum. Çünkü gördüklerini tanımlama çabasında olan bu adamcağızı boğazlasaydık bile bir başkası bu fikri edinecekti.
 İnanç, insanın zihinsel ve sosyal gelişiminin getirdiği kaçınılmaz sonuçlardan biridir. Dindarların iddia ettiği gibi her insanın içinde doğuştan var olmasa da, maddeyi henüz kavrayamamış atalarımızın dünyayı anlamlandırmaya çalışırken işin bir madde ötesine ve bir inanca dönüşmemesi beklenemezdi.

 Kaba olarak; inancı doğuran insanlığın dünyayı anlamlandırma isteği ve gördüklerine, yaşadıklarına karşı duyduğu meraktır. İnanç, insanın yaşamı için bir açıklama bulma gereksiniminden doğmuştur. Mitolojide bitkilerin, hayvanların, doğa olaylarının ve hislerin birer sorumlu tanrılarının olmasının sebebi budur. Gördüğünün ardında onu kontrol eden doğaüstü bir varlık tahayyül etmek, insanın işini kolaylaştırmış ve onu büyük bir zahmetten kurtarmıştır.

 Bu masumane anlamlandırma çabası, zamanla dünyanın kendisini önemsiz bir hâle getirmiş, maddeyi anlayabilmek için girilen bu çaba maddenin kendisini önemsizleştirmiştir. Dini bilimin karşısına koymak; bilimin antitezi olarak görmek bu yüzden yanlış bir görüştür çünkü zaten din maddenin gerçekliğini reddetmekte ve onu sanal bir şey olarak görmektedir. İnanç, beşer olanı reddeder ve beşeri açıklamak için kullanılan bilgiyi önemsiz görür. İnancın mantığına göre madde, sadece tanrının neler yapabildiğinin, ne kadar harika bir kainat yaratabildiğinin göstergesidir. Ancak hakikat, beşerin dışındadır ve insanın ona ulaşabilmesi için gündelik hayatından uzaklaşması gerekir. Hâli hazırda din, dünyanın ve insanlığın gerçeklerine yabancılaşmış bir şeyken onu pozitif bilimlerle çürütmeye çalışmak anlamsız bir çabadır.
 Aynı zamanda dini basit bir cehalet, geri kalmışlık ya da psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir şey olarak görmek de gerçek dışı, gerçek dışı olduğu gibi elitist bir düşüncedir. Dinin insan hayatında edindiği yer tüm bunlardan daha karmaşıktır.

 Bir gecede binlerce insanın veba salgınından öldüğü Ortaçağ Avrupa'sında insanların yaşadıkları dünyayı reddedip başka bir dünya kurgulamamaları imkânsızdı. Yaşanılan hayat ne kadar kötü ve ne kadar az tatmin ediciyse, bu hayatın sonrası o kadar anlamlı hâle gelir ve insan, ölümü kabullenemediği için yarattığı hayali âlemleri düşleyerek yaşamaya başlar.

 İnanç, maddenin bilgisine sahip olmayan ilkel insanın hayatı anlamlandırma çabasının ötesinde, hayatın kaynağı ve sanal maddenin ötesindeki gerçek olarak algılanan bir şey hâline gelir. İşte insanların birbirlerini öldürmelerine sebep din burada ortaya çıkar.
 Henüz medya, eğitim sistemi, resmi ideoloji gibi tahakküm kaynakları yokken din hepsinin işlevini gerçekleştirmiş ve ilkel bir toplum mühendisliği olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. Bugün hayatımızda olan tahakküm kurumları, kilisenin yokluğunda ortaya çıkmış şeylerdir. Din, insanları manevi açıdan hipnotize edip iktidarın birer kulu hâline getirmeye yaramıştır. Bu, dindar insanlara yönelik bir itham ya da hakaret değil, kurumsallaşmış inancın açıklamasıdır.
. Eski Ahit'in tanrısı bir hükümdar gibi konuşur, çünkü dünyadaki hükümdar tasvirinin bütün evrene uyarlanmış hâlidir. Tanrı'nın trajedisi burada başlar; bir kar tanesini bile sanat eseri olarak yaratan yüce kuvvet, birden bire iktidarın ve kralların sözcüsü hâline gelmiştir.
Jean Baudrillard'ın imgesel tanrısı burada önem kazanır.(*) Kurumsallaşmış inancın insanlara verdiği dünyaya ve hayata dair bir açıklama getiren, manevi bir şey değil, kilise törenleri ve şehit masalları gibi sembolik şeyler verip onları iktidarın kesin tebaası hâline getiren bir hipnozdur.

 İnanç bireysel bir motivasyon ve rahatlama kaynağı olabilir, hatta zaman zaman insanların içinden çıkamadıkları kavramların (iyilik-kötülük, etik vs) anlaşılması için yardımcı olabilir ancak nazarımda bu onu gerçek yapmaz.
 Dünyayı iyi ve kötü olarak kesin çizgilerle ayırmak, onu doğru algılamamızı önler. Yaşam, aydınlık ve karanlık, siyah ve beyaz olarak ayrılabilecek kadar basit değildir. Ancak inanç dünyayı şeytan ve tanrı arasında ayırırken bir taraf seçmemizi ister ve hangi tarafı seçersek seçelim bir savaş içinde olduğumuzu söyler. Zerdüşt'ün Ahuramazda'sı ve Ehrimen'i insanlık tarihinde yerini aldığından beri dünya tanrı ile şeytanın savaş alanıdır. Bireysel hayatımızda ve düşüncelerimizde kurtulamadığımız bu mantık, inancın bize bir hediyesidir.
 İktidar bu yüzden inancı sever, çünkü cennetin anahtarının kendi elinde olduğunu söyleyip insanları şeytana karşı savaşa davet etmek onun gücünü arttırır.

 Kısacası; inanç meselesi şüphesiz ki bir yazıyla özetlenemeyecek kadar karmaşıktır. Ancak insanın kendisini kavrayabilmesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi için, kurumsallaşmış söylemlerin beynindeki yankılarından kurtulması gerektiğini söyleyebilirim. 

(*)Baudrillard'ın "İmgesel Tanrı"sından bu yazımda bahsetmiştim.