Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

9 Mart 2013 Cumartesi

Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Özgürlüğü


Yasanın onlara özgürlük bahşedecek kadar merhametli olması için, özel yaşamlarının tüm detayları gözler önüne serilmelidir. Kadın, kamu oyunda ayıplanır ve tüm yaşamı alt üst olur. Bu utancın korkusu, kendisini ve pekçok kızkardeşini ezen insafsız sisteme karşı tek bir protestoya dahi girişmeksizin, onun evlilik yaşamının ağır yükü altında ezilmesine yol açar. 
...
Hiç kimsenin sevgi dolu bir tek sözcük ve şefkat dolu bir ilgi sarfetmediği çocukları çıplak ve aç bir şekilde sokaklarda koşuşturan, cehalet ve hurafelerle büyüyen, doğdukları güne lanet yağdıran; asla bir parça temiz hava dahi soluyamadıkları karanlık, rutubetli bodrumlarda kümelenen, yırtık pırtık elbiseler giyinen, sefaletin tüm yükünü beşikten mezara sırtında taşıyanlara bir bakın.
Siz ahlakçılar, siz hayırseverler, bu iki resmin ürkütücü karşıtlığına bir bakın ve bana bunun suçlusunun kim olduğunu söyleyin! Yasal yollarla veya başka şekillerde fahişelik yapmaya itilenler mi, yoksa kurbanlarını böylesi bir ahlaki bozulmaya itenler mi?
Sebep fahişelikte değil, toplumun kendisindedir; özel mülkiyetin eşitsizliğine dayanan sistemde, Devlet ve Kilise'dedir. Suçsuz kadınların ve çaresiz çocukların soyulmasını, katledilmesini ve onlara şiddet uygulanmasını yasallaştıran bu sistemdedir.
*Emma Goldman - Anarşi ve Cinsiyet Sorunu

 Bugünlerde herkes cennetin annelerin ayaklarının altında olduğundan bahsediyor. Cennet diye bir yerin var olduğunu zannetmemekle birlikte, kadına karşı şiddet artmışken bu lafın hiç bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Hatta kalabalıklara seslenirken kadınların kaç çocuk yapması gerektiğini söyleme cüretinde bulunan politikacıların bu cümleyi kurmalarını ve bunun üstünden kadın hakları savunuculuğuna girişmelerini iğrenç, iki yüzlü bir tavır olarak görüyorum. Bugün çoğunluğun kadın hakları adı altında -iyi niyetli olarak ya da olmayarak- savunduğu söylemler, bir mücadelenin dejenere edilmesinden başka bir şey ifade etmiyor. Birtakım feministler ve demokratlar kadınlara verilen oy hakkını, kadınların özgürlük mücadelesi adına bir kazanım zannetmek gibi, komik bir yanılgı içinde. Eğer kadın özgürlüğü denildiğinde algıladığınız şey oy hakkından ve bir takım kıyafetleri giyebilme özgürlüğünden ibaret ise özgürlüğün ne anlama geldiğini anlamamışsınız demektir.
  Eğer bugün kadın hakları için doğru-yanlış bir mücadele veriyorsak, kadınların üstündeki baskıdan bahsediyor ve tecavüze uğradıklarında dâhi kadınları suçlayan (buraya favori sevgi sıfatınızı yerleştirin)lara karşı kadın özgürlüğünü savunuyorsak, bize anlatılan gelişmenin ve ilerlemenin yüzlerce yıl gerisindeyiz demektir. Bu konuda aklı başında olan herkesin hemfikir olacağını düşünüyorum. Çünkü bir özgürlüğün gerçekleşmesi ve elde edilmesi gerektiğini savunuyorsak, ortada bariz bir eşitsizlik var demektir. Bu eşitsizlik, toplumun bir hezeyan içinde olduğunu, toplumsal değerleri savunanların ve sistemin bize yalan söylemek şöyle dursun, gözlerimizin içine bakarak bizimle dalga geçtiklerini gösterir. Çünkü kadının bulunduğu durum, sistemin bir kusuru değil, onu oluşturan değerlerin değişmez bir şartıdır. Kadına ayaklarının altında cennet olduğu söylendi sırtına hastalıklı bir toplumun ağırlığı yüklendi.

 Bugünlerde konuştuğumuz tecavüz, şiddet, cinsel ve sözlü tacizler, mahalle baskısı ve benzeri şeyler sorunun sadece yansımalarıdır. Kadınların maruz kaldıkları kötü durum, karısını ve kızını döven câhil adamlardan ve giyinmelerine göre tecavüzü haklı gösteren bağnazlardan ibaret değildir. Sorun, dış görünüşten yatak odasına kadar söz söyleme hakkına sahip olduğu düşünülen, giyinmeden cinsel yönelimlere kadar insanın mahremine dair her şeye müdahâle eden toplumda ve onun hastalıklı değerlerindedir. 

 Yaşadığımız ülkede kadının özgürleşme serüveni bir çoğunun zannettiği gibi olmadı. Kadın, birey olarak bir değer taşımamaktaydı. Onun görevi resmi ideolojiye ve ülkeye uygun ideal vatandaş yetiştirmek, asker doğurmak ve devletin gösterdiği doğruda kendini feda etmekti. Kadınlara kılık kıyafet ve seçim özgürlüğü verildiği için resmi ideolojinin kadına değer verdiğini savunmak, "Kadın bir pislik üzerine inşa edilmiş bir tapınaktır" diyen Katolik papazın Meryem Ana'yı kutsal saydığı için kadın dostu olduğunu söylemek kadar saçmadır. Bütün modernleşme hareketlerinde olduğu gibi, kadın ev köleliğinden fabrika köleliğine sürülmüştür.
Kadın, bu hafifletilmiş ataerkil düzende, gösteriş amaçlı eşitlik yasalarının olduğu toplumda başka bir değer taşımıyordu. Bu düzende bir kadın olarak var olması imkânsızdı, kendine çizilen sınırların dışına çıktığı an erkekleşmek zorundaydı. Erkeğin yaptığı küçük kaçamakları denediği zaman öldürülmesi bile meşru sayılabilir, eğer toplum için önemli bir yerdeyse Yahudi asıllı biriyle evlendiği için büyük protestolarla ve zehir zemberek gazete yazılarıyla karşılaşabilirdi.*

 Kadına karşı şiddetin ve mide bulandırıcı eylemlerin doğal ve meşru olarak algılanmasının sebebi, kadının bir birey olarak değil elde edilen bir varlık, hesap vermek zorunda olan ve devamlı kontrol edilmesi gereken, ancak ahlâki yapıya uyum sağlarsa yaşam hakkı olduğu düşünülen bir canlı olarak görülmesidir. Toplum en çok kadınlara ne yapmaları gerektiğini söylemektedir. Kadını haram olarak gören muhafazakar algı ve meta olarak gören kapitalizmin ortak paydası, kadının ne olursa olsun aşağılanan ve ikinci sınıf olarak görülen bir varlık olmasıdır. Örnek vermek gerekirse; bir erkeğin kadına benzetilmesi hakaretken, kadının erkeğe benzetilmesi büyük bir iltifattır.  
Rosie The Riveter, kadının erkeğe benzetilerek övülmesinin iyi bir örneğidir. Bir çok feministin dâhi kullandığı bu propaganda afişi, II.Dünya Savaşı yıllarında Howard Miller tarafından çizilmiştir ve amacı Amerikan ev kadınlarını silah üretimine katılmaya teşvik etmektir. Sevgili dostumuz Rosie, erkeksi kaslarını göstererek cesur ev kadınlarına "Bunu başarabiliriz" demekte ve bir erkek gibi cesur olmalarını, mücadele etmelerini istemektedir. Silah üretimine katılan cesur Amerikan kadını, erkek kıyafetleri giyinip savaştığı için azize ilan edilen Joan d'Arc gibi kutsal, erkek gibi kadındır! Bir kadının maskülen olması ne kadar doğal ise, toplum içinde ancak bir erkek rolüyle değer görüyor olması ve erkek gibi olmanın kadın için övgü olması o kadar kötü bir durumdur.

 8 Mart, kadın için çizilen sınırları ve bu sınırları kadın hakları olarak savunan insanları trajikomik hâlini görmek için güzel bir gün. Yılın büyük kısmını erkek-egemen söylemlerle geçiren politikacıların kadınlara övgüler yağdırmaları, beyaz eşya firmalarının kadına mutfaktaki rolünü hatırlatmak istercesine kampanyalar yapmaları, ataerkilliğin değişmez kurumlarından olan ordunun kadınlar günü için afişler hazırlaması ve tüm bu gösteri içinde 8 Mart'ın grev yapan kadın işçilerin polis tarafından yakıldığı gün olduğunun unutulması büyük bir trajedi. 8 Mart, bir öfkenin ve mücadelenin günü olması gerekirken, tıpkı baştan aşağı boş bir şey Sevgililer Günü gibi popüler romantikliğin ve reklam feminenliğinin günü hâline getirildi. Pembe rengin, hediye paketlerinin, kalp ve öpücük resimlerinin ve samimiyetsiz ilişkilerin içinde, hakkını aradığı için mücadele eden ve bir fabrikaya kapatılıp yakılan 129 kadın unutuldu. Dün,  neredeyse hiç kimse Kadınlar Günü'nü anmadı. Dün, her yıl olduğu gibi belli sınırlara hapsedilen ve aşağılanan kadınlara, onlara rollerini hatırlatacak jestlerin yapıldığı mide bulandırıcı bir günden başka bir şey değildi.

 Kadının kurtuluşu ise kendisine yüklenen bütün rolleri reddetmesine bağlıdır. Toplumsal değerler, kadını ikinci plana itmekten ve köleleştirmekten başka bir işe yaramadı ve yaramayacak. Kadın, bütün toplumsal değerleri, toplum ve sistem içindeki yerini reddetmeli ve birey olabilmelidir. Burkalar ve reklam afişleri arasındaki görüntüsünden, evler ve alışveriş merkezleri arasındaki güzergâhından kurtulmalı ve kendi mücadelesini verebilmelidir.
Libertarias filminde Pilar Sanchez'in dediği gibi; kadınlar kendi devrimlerini yapmalıdır ve erkeklerin kendileri için devrim yapmalarını beklememelidir.
Çünkü toplum ne kadar modern olsa da ve yasalar ne kadar eşitlikçi görünse de, kadınlar bir seks objesi olarak görülecek, aşağılanacak ve ikinci sınıf olarak görülecektir. Kadının bundan kurtulmasının tek yolu, toplumu reddetmek ve onun paçavra kurallarına karşı durmaktır.

*Mustafa Kemal'in manevi kızı Ülkü Adatepe, tüccar Yeşua Bensusen ile evlendiğinde ülke çapında büyük protesto gösterileri düzenlendi ve o zamanın yüksek tirajlı gazeteleri Adatepe'yi açıkça hedef gösterdi. Detaylı bilgi için göz atabilirsiniz

Söylemeden edemeyeceğim ki; "Kadına şiddet uygulayan erkek değildir!" söylemini oldukça yanlış buluyorum. Her ne kadar iyi niyetli bir söylem olduğunu düşünsem de, erkeği yücelterek kadına karşı şiddeti önleyemeyiz. Erkek olmak, yüce bir değer değil, tıpkı kadın olmak ya da mavi gözlü olmak gibi sıradan bir şeydir. 

6 Mart 2013 Çarşamba

Müzik ve Yerine Konulan "Şey"


Kabile yaşamından kalma karnavallar, ilkbahar ve ürün kaldırma dansları, mayıs-direği ayinleri, karşı cinsin ilgisini çekmeye ilişkin törenler, düşün törenleri gibi bir sürü tören ve ayin vardı. Noel ve Paskalya yontularında olduğu gibi bu ayinlerin bir kısmı İsa'nın ölümünü ve dirilişini anlatan "myster" ve "passion" oyunları da kabile ayinlerinden geliyordu. Gerçekte, müzik ile şiirin aynı zamanda dansla mimiğin birbiriyle kaynaştığı bu halk sanatı, sadece kabile yaşamının yarı-anımsanır kaynaklarından oluşmuyordu. Köylülerin kendilerine ait bağımsız bir kültür ve feodal yaşamın acımasız güçlerine karşı bir mücadele aracı olarak bu sanata gereksinimleri vardı; tıpkı Birleşik Devletler'deki Karaderili kölelerin, çok sonraları anlamı yalnızca kendileri tarafından bilinen bir iletişim ve mücâdele biçimi olarak Afrika kültürünün anılarını korumaları gibi. Bunun sonucu, bu ilkel ve kabilesel sanat dönüşüme uğradı, yeni bir içerik kazanarak ortaçağ köylülüğünün yaşam biçimini, karakterini ve mücadelelerini üstlendi
*Sidney Finkelstein - Müzik Neyi Anlatır

Apollon, ışığın ve müziğin tanrısıdır. Orfe Öğretisi'nde vicdanın sembolüdür. Apollon, aynı zamanda Müzler'den oluşan orkestranın yöneticisidir. Müzler, Zeus ile bellek tanrıçası  Mnemosyne'nin kızlarıdır. Tanrılara ve insanlara ilham veren, hafızayı diri tutan Müzler'dir. Müzler, Apollon'un orkestrasında şarkı söyleyip dans ederler. Onlar dünyayı daha güzel bir hâle getirirken Sirenler, ölümü şarkılarıyla getirirler. Ege'nin denizcileri için fırtınalı bir denizde gemilerini paramparça eden kayalıkları cazip kılan, Sirenlerin şarkılarıdır.

 Eğer zaman bir ruha sahipse, bu ruhun müzik dışında bir şey olması düşünülemez. Çünkü müzik, insanlığın hafızası ve geçmişi hatırlamanın bir yoludur. Müzik olmasaydı, geçmiş hakkında bilgiye sahip olabilirdik. Geçmiş bilinmeseydi bile yaratılırdı. Bugün olduğu gibi kör-topal bir tarih yazılır, insanların geçmiş hakkında bilgiye sahip olması sağlanabilirdi ancak insanlığın geçmişe dair sahip olduğu tek şey bu kuru bilgi olurdu. Tarih, geçmişi bilmek ise müzik hatırlamaktır. Çünkü insanların duyguları ve isyânları her zaman müzik ile ses bulmuştur.
Örnek olarak; Alevi toplumunun sazı ve türküleri kutsal sayması boşuna değildir. Baskı gördükleri yüzyıllar boyunca müzikleriyle direndiler. Kim olduklarını müzikleriyle hatırladılar, hafızalarını onlarla diri tuttular ve bu kimliği yok etmek isteyen ordulara karşı silahlı bir mücadeleden daha büyük bir direnişle karşı durdular.
Nasıl ki kralların paralı ozanları, orduların orkestraları ve ruhsuz bandoları varsa, insanların aşk şarkıları, ağıtları ve direniş türküleri vardır. İnsanlar müzikle hisseder ve direnirler ki tarih boyunca bu böyle olmuştur. İnsanların bu güzel uğraşı, günümüzde bir cinayete kurban gitmekte. Tüketim toplumu ve onun yarattığı yığınlar, müziğin posasını onun yerine koyup kendisini yok etme çabası içerisinde.

 Müziğin bu durumu, insanlığın kendi kendini yok edişinden ve yaşadığı bilinç felâketinden ayrı tutulamaz. Jean Baudrillard'ın "Kusursuz Cinayet"te belirttiği gibi insanlığın boşluğa teslim olma ve bir amaç taşımaksızın katıksız dolaşımda olmaya yönelik toplumun uydulaşmış artıkları hâline gelmesi, insanlığın ruhu olan müziğin yerine ona benzer başka bir şey koyma çabasını doğurdu.
Müziğin yerine konulmaya çalışılan bu şeyin, insanları yüzeysel duygulara hapsetmek, onları ruhsuzlaştırmak ve bilinçlerini unutturmak dışında bir amacı olduğunu düşünmüyorum. Kitlelerin bu ses yığınlarını kutsal şeylermiş gibi dinlemeleri bir akıl faciasından başka bir şeyle açıklanamaz. Müzik, Müzlerin ilhamı ve Sirenlerin ölüme götüren sesiyken, sıradan hayatın basit bir detayı, anlamsız koşuşturmanın arka planı hâline getirilmeye çalışılıyor.
İnsanlık kendini imha ettikçe, ruhunu mahvediyor.

 Nasıl ki halklar kuşaklar boyunca kendilerini müzikle hatırladılarsa, insanın da kendini hatırlayabilmek ve ona kaybettirilen insanlığı anlayabilmek için müziğe ihtiyacı vardır. Marşlar ve popüler şarkılar arasında gidip gelen bir yığının bu hâl değişmedikçe uyanmasını ve kendini hatırlamasını beklemek büyük hayalperestlik olur.
 İsyan filminde, faşist yönetimin savaşları önlemek bahanesiyle hissetmeyi yasaklaması anlatılır. İnsanlar hislerini yasaklamak için ilaçlar almakta, hissedilenler isyancı sayılıp öldürülmekte, ağlamak ve ayna çerçevesi kullanmak bile yasaklanmaktadır. Rejim adına çalışan bir ajan olan John Preston, ilacını almayı unutur. O gün bir isyancının evinde bulduğu Beethoven plağını dinledikten sonra ağlamaya başlar. Bu bir kırılma noktasıdır. Preston, bundan sonra adına çalıştığı rejimi sorgulamaya, ona karşı çıkmaya ve isyancılarla iş birliği yapmaya başlayacaktır.
 Preston, ruhsuz bir hayattayken bir ruha sahip olmuş ve insan olduğunu hatırlamıştır. Bugün insanlığın üstünde, birçoğunun hissetmediği bir baskı olduğunu görmemek için kör olmak lâzım. İnsanlar duygularını uyuşturuyor, politikanın ve popüler kültürün afyonlarıyla bilinçlerini yok ediyorlar. Bir insanın bilince sahip olabilmesi için önce bir ruha sahip olması gerekir ve bu ruh, müzikten başkası olamaz.

 Yok edilmeye çalışılan bir bilinç ve insanlık varken, ruhumuzun değerini anlamamız gerek. Dayattıkları ve her yerde empoze etmeye, beynimizi doldurmaya çalıştıkları ses yığınlarına karşı gerçek müziği, insanlığın yüzyıllardan beri sahip olduğu aşkı ve isyanın sesini savunmalıyız. Çünkü bir ruha sahip olmazsak, bir hiç hâline geliriz. Bizden yaratılmaya çalışılan ve insanlığın büyük bir kısmında başarılı olan şey zaten bu: bir hiç... İşe yaramaz toplumun uydusu boş bir beden! Bir beden ve bir insan arasındaki fark ise ruhtur.

Biraz Ek Bilgi:
Orfe(Orpheus): Eski Yunan inancına göre şairlerin ve müzisyenlerin üstadıdır. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmese de bilgeliği Platon'dan önce getirdiği kabul edilir. Eski inanışlardaki ilahlara ezoterik anlamlar yükleyen bir öğretisi vardır.
Siren: Yazıda açıkladığım gibi, Ege denizinde şarkılar söyleyip gemicileri büyüleyen varlıklar olduklarına inanılır. Bugün kullandığımız siren kelimesi bu mitten gelir.
Müz: Müzik kelimesi etimolojik olarak müz(muse/mousa) dan gelir. Detaylı bilgi için Azra Erhat - Mitoloji Sözlüğü'ne göz atabilirsiniz.

2 Mart 2013 Cumartesi

Normal İnsana Övgü (Gecikmiş Bir Özür)


Ah ben, ben olsaydım ne harika olurdu! İnsanların tasarladıkları gibi biri olsaydım keşke! Aşağılık, yarı-insan, ağzı salyalı, burnu sümüklü, bir yeri dimdik bir herif olsaydım, elimde ustura, bok içinde, irin dolu, sineklerin bile tiksineceği şeyleri yiyen, bütün alkol kontrol araçlarını bozacak pislikte bir nefesle, kafam götümün yerinde ve yüreğim bulaşık havuzunda yüzerek.
Açıkça itiraf edeyim ki, böylesine sıradan bir adam olduğum için hayıflanıyorum aslında. Düzmece, nâmıyla çelişen bir mizahçı olmak utanç veriyor bana. Ötekilerin imgelemindeki ben olsaydım eğer, onların fantazmalarındaki figüre benzeseydim, insanlara daha yakın biri olur, hatta onlardan biri olurdum.
İnsanlar müthiş ama, değil mi?
*Roland Topor - Ben Olsaydım 

  Yıllardır Normal olmak isteyen ve bu çaba uğruna bütün hayatını heba eden fedâkar insanı eleştiriyorum. Asla olamadığım ve olamayacağım bu insanı yerden yere vuruyor ve ona kendi komplekslerim uğruna merhametsizce iftira ediyorum. Bu yazıyı yazarken yıllardır bunu yapmış olmanın ve dünyanın en yüce insanına akıl almaz bir hakaret etmemin pişmanlığı içindeyim. Bu vicdan azabını kabullenmem ve komplekslerimi aşmam zor oldu, ancak ufkumu genişletmek zorundaydım. Bu yüzden kendim için büyük adım atıp özür dileyeceğim.

 Normal'in başkaldıramadığından bahsetmekle büyük hata etmişim. Onun -en büyük değer olarak gördüğüm- başkaldırıya asla sahip olmadığını düşünürdüm. Büyük bir haksızlık! Çünkü dostumuzun varlığı bir başkaldırıdan ibaret. Yıldızlar, gezegenler, gökyüzü, bulutlar, okyanuslar ve tohumlar devamlı değişirken, evrende hiç bitmeyen bir hareket varken Normal, evrenin değişmez yasasına başkaldırıyor. Bütün hayatını bu başkaldırıyla geçiriyor. Heraklit'i yalanlamak istercesine bir nehirde defalarca kez yıkanıyor. Bana hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi, boşuna uğraştığımı ve yaptıklarımın gereksiz olduğunu söylediğinde bunu aptalca bir teselli olarak görmüştüm. Oysa bu bir başkaldırı ilkesiymiş. Hayatın akışına, doğanın yasalarına ve insan aklına karşı eşi benzeri görülmemiş bir başkaldırı... Öyle büyük bir başkaldırı ki, dünyanın bütün fikirleri ve bir dilin bütün kelimeleri bu soylu isyân karşısında çaresiz kalıyor.
  
Kimileri insanların daha rahat ve huzurlu yaşayacağı bir gelecek tasarlayıp bunun için çaba gösterirken, Normal bu yüzyıllar sonrasının ütopyasını çoktan elde etmiş. Dünya üzerinde onun bu huzurunu ve mutluluğunu bozabilecek hiçbir güç yok. İnsanlar bir devrim ve inşa edilecek yeni bir dünya tasarlerken o vicdana ve insanlığa karşı büyük bir devrim gerçekleştirdi. Üstelik kurduğu dünyanın temelleri o kadar sağlam ki, yeryüzünün geri kalanındaki felâketler, kötülükler onun bu rahat ve mutlu dünyasını sarsamıyor. Fikirlerin ve sağduyunun gürültüsüne karşı kulaklarını çoktan kapattı. Vicdanın esaretinden kurtulmayı başarıp kendi sarsılmaz dünyasını kurdu. Gerçekleştirdiği bu devrim, bugüne kadarki bütün devrimler arasında en sağlam temellere sahip. 

 Wilhelm Reich onun için "Küçük Adam" der. Ne büyük cüret! Görkemli bir dünyaya sahipken onu Küçük Adam olarak görmek büyük bir küstahlık! O kadar büyük totemleri var ki, bazen onların gölgesinde kayboluyor. Onlara tapınmak ve bu görkeme kendini kaptırmak için kişiliğinden fedâkarlık edecek kadar cömertken onun küçüklüğünden bahsetmek haksızlıktan öte bir şey değil. Onun bencilliğinden ve alçaklığından bahsedip dururken ne büyük haksızlık etmişim. Yarattıklarının gölgesinde kaybolacak kadar ulu bir varlığa bu yakıştırmaları yaptığım için kendime kızıyorum.

 Onun kendine duyduğu güveni kıskanıyorum. Çünkü aramaya cüret dâhi etmediğim hayatın sırrını, evrenin bütün sırlarını biliyor. Gözlerini kapattığında kafasında hiç bir ses dolanmadan rahat uyuyabilmesi bile övgüyü hak ediyor. Üstelik farkındayım ki kendine duyduğu bu sonsuz güven hiç sarsılmayacak. Aklından geçen ve diline dolanan her şey doğanın kanunu ve hayatın değişmez yasası hâline gelecek. 

 Normal'in önünde eğiliyor ve şapka çıkarıyorum. Bugüne kadar ona söylemiş olduklarım için üzgünüm, ancak bunlara devam edeceğim. Çünkü, onun hiçbir şey yapmadan kazandığı rahatlık ve üstünlük karşısında başka bir şansım yok.