Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

23 Şubat 2013 Cumartesi

"Kitle"den Ayrılmak (Toplumun Reddi)


Günümüzde artık kitlelerin anlam ve özgürlüğe de sahip bir toplumsallaşma adı altında vaftiz edilmeyi yadsıdıkları ilginç bir noktada bulunuyoruz. Onları yeniden ele geçirip, kullanma düşüncesinden artık vazgeçmeliyiz. Çünkü kitle diye bir şey yoktur. Bütün iktidarların gelip içinde yok oldukları bu sessiz yığın bir sosyolojik bütünlük ya da gerçeklik değildir. O, iktidarın sırtında taşıdığı bir gölge, içinde düştüğü dipsiz bir çukur ve bir emme biçimidir. Bunu anlamak yeterlidir. Akışkan, devingen uyumlu hatta bütün isteklere aşırı derecede uyan ve katılmanın en aşırı ucu olan bir hipergerçek uyumluluk yumağı... İşte iktidarın içinde bulunduğu güncel felâket. İşte devrimin içinde düştüğü iflas çukuru. Çünkü için için kaynayan bu kitle hiçbir zaman patlamayacaktır. Üstelik her türlü devrimci söylev onun içinde yok olacaktır.
*Jean Baudrillard - Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsal'ın Sonu


 Düşünebilen herkes, kendisinin kusursuz olmadığını söyler. Narsizmin doruklarındaki bir insanın ağzından bile "Ben mükemmelim" cümlesi çıkmaz. Çünkü insan dünyayı anladıkça kendisinin bileceklerinin sınırlı olduğunu ve mutlak doğruya asla ulaşamayacağını da anlar. Ancak her nasılsa bu insanların oluşturduğu yığının, kayıtsız şartsız doğru hareket ettiği ve bütün değerlerinin mutlak birer doğru olduğu ve tereddütsüz kabul edilmesi gerektiği düşünülür.
  "Bu halk" ile başlayan cümleler bana en alçakça küfürlerden daha mide bulandırıcı geliyor. Bu cümleler, bazı aykırı düşüncelerini ifade eden herkesin kulağında birkaç kez yankılanmıştır. Çünkü bir çok insan toplumsal değerlere uyulması gerektiği gibi çılgınca bir kalıba sahiptir. Buna fikir demek düşünce eylemine bir hakaret olacağı için "kalıp" kelimesini tercih ediyorum. Bu kalıba göre, insan sadece belli bir yerde doğarak bir topluma borçludur ve bu yığının değerlerine kayıtsız şartsız imân etmek ve kendi düşüncelerini bu yığının değerlerine, otoriter ahlâkına göre sınırlamak, ağzından çıkan her kelimenin bu değerlere uyup uymadığına dikkât etmek zorundadır. Bu "şey", mantıksız olduğu gibi insan zekâsına edilebilecek en büyük hakarettir.
 Ama iktidarlar açısından son derece gereklidir. Çünkü iktidar, halka karşı düşünce özgürlüğü oyununu oynamak ve mantıklı görünen kanunlar hazırlamak zorundadır. Bir hukuk olarak dikkate alınamayacak kadar ciddiyetsiz olan bu şey ise insanlara toplumsal değer olarak dayatılır ve uyulması istenir. Muhafazakar ya da liberal olsun bütün iktidarlar bu toplumsal değerlerin öneminden bahsedip dururlar. Çünkü düşünce, iktidarın kendisi için, bu saçma hiyerarşi için bir tehlikedir. Düşünceyi yasaklayamayacak olan iktidar, onun ifadesini kanunlarla zorlaştırır ve toplumsal değerlerle imkânsız hâle getirmeye çalışır.

 Population 436'in bu meseleyi anlamak için iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Filmde nüfusunu her zaman 436 olarak tutmaya çalışan bir kasaba anlatılıyor. Kasaba halkı, nüfus sayıları değiştiğinde başlarına büyük felâketlerin geleceğine inanıyor. Doğan her çocuk ve kasabaya yerleşen her yabancı için biri öldürülüyor, üstelik bu kasaba meydanındaki büyük şenliklerle yapılıyor. Birisi buna karşı çıkacak olursa kasabanın doktoru onu kafasına bir delik açıp birkaç çivi çakmak ve hipnoz etmek suretiyle tedavi ediyor. Tedavi edilen insan, tıpkı Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel hikayesindeki mankurtlar gibi her söylenileni yapıyor ve bunların dışına asla çıkmıyor.
Toplumsala itaat eden insanın hâli, bu tedavi edilmiş insana benzer. Beynindeki çivilerden asla kurtulamaz, çünkü savunduğu en ufak düşünce tepkiyle karşılanmış ve toplum tarafından tedavi edilip düzeltilmiştir. Artık uyum sağlayacak sağlıklı bir birey ve toplumun değerleri için savaşacak bir asker hâline gelmiştir.

 Duyduğu her düşüncede onun toplumsal değerlere ne kadar aykırı olduğundan, halkın incitilmemesi ve herkesin bu değerlere uyum sağlaması gerektiğinden bahseden insanın bilinçaltında büyük bir korku vardır. Çünkü düşünceleri bu yığın tarafından çoktan sindirilmiştir. Bu aciz insan, düşünceyi ifade etmekten korktuğunda düşünmekten de korkmaya başlar. Düşünmeye duyduğu bu korku, onu yığının değerlerine uyum sağlama ihtiyacı duymasını sağlar. Bu saatten sonra toplumsal değerler artık dışarıdaki, kalabalıktaki bir güç değildir. Bu ses artık onun kafasının içindedir. Düşüncelerini bu sese uydurmaya o kadar alışmıştır ki, artık zihni onu kabullenmiş ve bütün eylemlerini bir yığından taklit ettiği bir düzene uydurmuştur.

 Yığın, herkesin ortaya birşeyler koyduğu kollektif bir yapılanma değil, düşünemediği için yönlendirilen insanların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir kitledir. Bu kitleye uyum sağlamaya çalışmak anlamsızdır.

İnsan, kendini bir topluma ait hissettikçe, onun değerleri kendi fikirlerinin ötesine geçer ve bu aidiyet elinde sonunda bir gönüllü kölelik'e varır.


 Toplumsalın reddi, düşüncenin gelişmesi hatta var olması için büyük önem taşır. Yığın, hiç bir zaman düşüncelere saygı duymaz ve onların ifadesini engellemeye çalışır. İfade edilemeyen düşünce, hiç bir önem taşımaz ve düşünceyi ifade etmekten korkan insan, bir süre sonra düşüncelerini kendine itiraf etmekten daha sonra düşünmekten korkmaya başlar. İnsan düşünebilmek, düşüncelerini ifade edebilmek ve tüm bunları korkmadan yapabilmek için topluma yabancılaşmayı göze almak, hatta onu reddetmek mecburiyetindedir. Çünkü kendini bir kalabalığa uyum sağlamak zorunda hissettikçe, bu kalabalığı rahatsız etmemek için düşüncesine prangalar vuracak ve zamanla bu prangaların ağırlığını ve acısını unutup onlara alışacaktır. Çizilen sınırlarda dolaşan insanın esareti, zincire vurulanınkinden daha büyüktür.

8 Şubat 2013 Cuma

İnsanlığın "Yanlış" Tarihi (İtaatin Mitolojisi)



Azgın devlere karşı kim yardım etti bana?
Kim kurtardı beni ölümden
Kim kurtardı kölelikten?
Şu benim yüreğim değil mi
Kutsal bir ateşle yanan yüreğim
Her işi başarmış olan?
O değil mi coşup taşarak
Yukarıda uyuyanı aldatarak
Başımı beladan kurtaran?

Goethe - Prometheus 

 Eskiden masallardan ve efsanelerden ders alınması gerektiğini düşünürdüm, ancak bugün bir çok insanın göğsünü kabarttığı inanışlardan ancak ibret alınabileceğini düşünüyorum. Çünkü efsanelerin ve inanışların tarihi, insanın yaratıcılığıyla birlikte acziyetinin ve hastalıklarından kurtulamamasının tarihidir. Medeniyetin büyük hastalıkları insanın yaratıcılığına bir kanser gibi musallat olmuş ve masallarına kadar işlemiştir.
İnsanlar yüzyıllardır çocuklarına büyük savaşların ve savaşçı kahramanların masallarını anlatıyorlar. Savaşçılar kral oluyor, olamazsa kralın övgüsüyle şereflendiriliyor, gezgin ozanlar krallar ve kraliçeler adına şarkılar söylüyor. Beowulf insanlara musallat olan canavarı öldürerek kral oluyor, garip Keloğlan padişahın övgüsüyle şereflendiriliyor.
Medeniyet ne zaman efsaneleriyle gururlanmak istese Zeus'u, Poseidon'u, savaşçı kralları, azizleri ve kahramanları hatırları. İo'yu* taciz edip onu karısından saklamak için ineğe çeviren Zeus, Kaenis'e tecavüz ettikten sonra ondan gaddar Kaeneus'u yaratan Poseidon medeniyet için birer övgü kaynağıdır. Çünkü aciz insan bugün güce tapmak şöyle dursun, atalarının taptıklarına atfedilen güç ile övünür.
Üstelik aciz insan bu kahramanlık efsanelerine, Olympos'un gaddar krallarının gücüyle gurur duymaya o kadar alıştı ki insanlığın en soylu eylemi olan isyanı unuttu. Unutmakla da kalmayıp onu kötü gördü ve şeytanlaştırdı.
 Bu yüzden Zeus, aciz insan için Prometheus'tan daha değerlidir.
 Efsaneye göre Prometheus** insanın kötü durumuna acıyarak ona Hephahistos'tan çaldığı ateşi armağan eder. İnsan bu ateşle ısınmayı, yemek pişirmeyi öğrenir, soğuktan ve açlıktan kurtulup iyi yaşamaya başlar. Ancak Zeus bu cüretten pek hoşlanmaz ve Prometheus'u Kafkas dağlarına zincirler. Ciğerini ise tanrılar tarafından görevlendirilmiş bir kartal yer. Prometheus, Herakles tarafından kurtarılsa hiç birşey sona ermemiştir çünkü ona göre Zeus tahtında oturdukça işkencesi devam edecektir.
 Bu efsanelerin anlatılmasının üstünden binlerce yıl geçti. Zeus ise hâlâ tahtında oturuyor.
Çünkü medeniyet, Promethus'un yolunda gitmedi. Nesilden nesile anlatılanlar isyankârların değil kralların ve onların sadık savaşçılarının hikayeleriydi. İtaatkârlık kutsal ve itaat etmemek şeytanlık sayıldı. Prometheus'un yolundan giden herkese zincirler layık görüldü.

  Kadının hikayesi de buna benzer bir şekilde başladı... İsyanın bedelini cennetten kovulmakla ve sonsuz bir lanetle ödeyen Lilith'in hikayesi, Kadının Tarihi'nin başlangıcıdır.
Lilith, Tanrı ve erkek için var olmayı kabul etmedi. Adem ile sevişirken onun altında olmayı gururuna yediremedi bu yüzden kutsal kitaplar onun kötülüğünden bahsetti. Hatta Adem ve örnek kadının anası Havva'nın oburluğu bile ondan bilindi. Çünkü ilk kurala karşı çıkmış ve itaat etmemişti. Bize örnek gösterilen ise kovulmak ve lanetlenmek pahasına özgürlüğünü savunan Lilith değil, bir elma yediği için ölümsüzlükten ve cennetten olmayı kabullenip tapınmaya devam eden itaatkâr ilk insanlardı. Bizim atalarımız, annemiz ve babamız onlardı.

 Tüm bu efsanelerin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmak oldukça anlamsız. Sadece bize neyin miras bırakıldığını görmemiz lâzım.
Montaigne "İnsanoğlu bir sinek kurdunu yaratmaktan acizdir, ancak düzinelerce tanrı yaratır." der. İtaatin bu kadar kutsal olduğu bir düzende insanların tanrılar, liderler yaratıp onlara tapınmaları şaşılacak bir şey değildir.
İnsanların kahramanlara, tanrılara inandıkları çağları geride bırakmadık. Hiç bitmedi. İsyan ve itaat insanlarda hâlâ aynı şeyleri ifade ediyorsa, hâlâ Prometheus'un Kafkas Dağları'nda zincirlendiği zamanda yaşıyoruz demektir.

 İnsanlığın tarihi yanlış yazıldı. Medeniyet bu yanlış yazılmış tarih üzerine kuruldu. Bu medeniyetin bir parçası oldukça, onunla övünüp durdukça Zeus tahtından inmeyecek ve Lilith'in laneti sona ermeyecek.
Bugün muska diye bildiğimiz şey, Lilith efsanesinden gelir. Efsaneye göre Lilith, üstünde muska gördüğü çocuklara dokunmamaya söz verir. Çocuklarımızı bu isyankârdan korumak için onlara muska takarız, oysa onlara yaptığımız en büyük kötülük onları bu düzene göre iyi biri olmaya alıştırmaktır. İyi niyetle yapılan kötülük ise en büyük gaddarlıktan daha zararlıdır.

 İnsanın özgürlüğüne kavuşmak için yapması gereken şey ise bu alçakça itaatkârlıktan kurtulmaktır. Evet, zincire vurulacak ve lânetleneceksiniz. Tanrıların, kralların ve kahramanların aciz kulları sizi hiç bir zaman sevmeyecek. Ama sevgisini ve saygısını yitireceğinizden korktuğunuz insan sürüsüne bir bakın. Onlar alçakça itaat etmiyorlar mı? Zâlimi cesaretlendiren ve çoğu zaman, itaatkâr düşünceleriyle zulmü masumlaştıran onlar değil mi?

Biraz ek bilgi:
*İstanbul Boğazı'na verilen Bosphorus ismi İo efsanesinden gelir. Efsaneye göre Hera, bu İo'nun akibetini öğrendiğinde ona bir sinek musallat eder ve İo o sinekten kaçarken toprağı yararak Bosphorus(İnek Geçidi)'ni yaratır.
**Prometheus efsanesine benzer bir efsane de Kafkas Nart destanlarındaki Nesren Jake efsanesidir. Nesren, Pako'dan ateşi çaldığı için Elbruz dağlarına zincirlenmiş ve başına bir kartal konulmuştur.