Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

29 Aralık 2012 Cumartesi

Emma Goldman - Vatanseverlik





Vatanseverlik nedir? Bir kişinin doğduğu topraklara, çocukluğunun anıları ve umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle, bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizin de neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyarlarca parlayan yıldızı sayıp, ruhlarımızın derinliklerine işleyen “gözümüzün nuru mu”? Kuşların müziğini dinleyip, onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımız olmasını dilediğimiz yer mi? Ya da annemizin dizlerinde oturup, büyük zaferlerin ve efsanelerin hikâyeleriyle kendimizden geçtiğimiz yer midir? Kısacası, her santimetre karesinin güzelliği ve eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiği yere duyulan aşk mıdır?

Eğer vatanseverlik bu ise, bugün pek az Amerikalı’yı vatansever olarak adlandırabiliriz; çünkü, oyun mekânları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların müziğinin yerini ise, sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ya da efsanelerle ilgili hikâyeler de dinleyemeyiz çünkü annelerimizin öyküleri acı, göz yaşı ve kederi anlatmaktadır.
O halde, nedir vatanseverlik? “Vatansever, efendim, adi ve alçakların son sığınağıdır,” demişti Dr. Johnson. Zamanımızın en büyük milliyetçilik karşıtı Leo Tolstoy, vatanseverliği bütün katillerin eğitimini tatmin edecek bir prensip olarak tanımlar; hayatın gereklilikleri olan ayakkabı, kıyafet ve ev yapımından çok insan öldürmek için daha iyi ekipmanı bulunan bir iş; averaj çalışan adamınkinden daha üstün kârları ve zaferleri garantileyen bir iş.
Diğer bir anti-vatansever olan Gustave Herve de vatanseverliği din kurumundan daha incitici, vahşi ve insanlık dışı bir boş inan olarak tanımlar. İnsanın doğal fenomeni tanımlamadaki beceriksizliğinden kaynaklanan dini bir boş inan. İlkel insan fırtınayı duyduğunda ya da şimşek çaktığını gördüğünde, her ikisini de açıklayamazdı ve bu yüzden de bu olayların ardında kendisinden daha üstün bir güç olduğu sonucuna varırdı. Benzer şekilde yağmurda ve doğadaki çeşitli değişiklerde de doğaüstü bir güç görürdü. Diğer yandan vatanseverlik, yapay bir şekilde yaratılmış ve yalanlar ile yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan bir boş inandır; insanı özgüven ve değerlerinden kopartırken, ona kibir ve anlamsız bir gurur katan boş bir inan.
Gerçekten de kibir, anlamsız gurur ve egotizm vatanseverliğin ayrılmaz bileşenleridir. Açıklayayım. Vatanseverlik dünyamızın her biri demir paamaklıklarla çevrili küçük noktalara bölünmüş olduğunu söyler. Bazı özel noktalarda doğma şansına sahip olanlar  herhangi bir diğer noktada ikâmet edenlere göre kendilerini daha üstün, asil ve akıllı görürler. Bu yüzden de o seçilmiş noktada yaşayanların, üstünlüklerini diğerlerine göstermek amacıyla kavga etmek, öldürmek ve ölmek gibi görevleri vardır.
Diğer yerlerde yaşayanlar ise, bebekliklerinden ya da çocukluklarından itibaren beyinlerini Almanlar, Fransızlar ya da İtalyanlar’ın kan dolu hikâyeleriyle doldururlar. Çocuk yetişkinliğe eriştiğinde, kendisinin Tanrı tarafından ülkesini tüm yabancıların saldırı ya da istilâlarına karşı savunmak amacıyla seçilmiş olduğu düşüncesiyle doldurulmuş olur. Bu yüzdendir ki bizler daha üstün bir ordu ve donanma, savaş gücü ve cephane için haykırmaktayız.  Bu yüzdendir ki Amerika kısa bir zaman içerisinde ordusu için dört yüz milyon dolar harcayabilmektedir. Bir düşünün: İnsanların üretiminden çalınmış dört yüz milyon dolar. Elbette ki vatanseverlik oyununa katılanlar, zenginler değildir. Onlar her yerde kendilerini evlerinde hissedebilen kozmopolitanlardır. Biz Amerika’da bu gerçekliğin farkındayız. Bizim zengin Amerikalılarımız Fransa’da Fransız, Almanya’da Alman ya da İngiltere’de İngilizler değiller mi? Bir kozmopolitan gururu içerisinde, Amerikalı fabrika çocukları ya da köleler tarafından üretilen parayı boşuna harcayanlar da onlar değil mi? Evet, onların vatanseverliği Roosvelt’in insanlarının adına yaptığı gibi, bir talihsizlikle karşı karşıya kaldığında ya da Sergius Rus devrimcileri tarafından cezalandırıldığında, Rus Çarı gibi bir despota baş üzüntülerini iletebilecek mesajların yollanmasını mümkün kılan bir vatanseverliktir.
Bu, Meksika’da binlerce insanı öldüren baş katil Diaz’ı destekleyebilecek ya da Meksikalı devrimcilerin Amerika topraklarında tutuklanarak, Amerikan hapishanelerinde hiçbir geçerli sebep olmadan mahkum edilmelerini onaylayacak bir vatanseverliktir.
Ama vatanseverlik refah ve gücü temsil edenler için değildir. İnsanlar için yeterince iyidir bu. Voltaire’in en yakın arkadaşlarından olan ve şu sözleri söylemiş olan Büyük Frederick’in tarihi zaferini anımsatıyor bu bizlere: “Din bir sahtekârlıktır ama toplumlar için ayakta tutulmalıdır.”
Bu tür bir vatanseverlik de oldukça fazla para gerektiren bir kurumdur; aşağıdaki istatistikleri okuduktan sonra hiç kimse bundan şüphe duymayacaktır. Yüzyılın son çeyreğinde, dünyada lider ordu ve donanmalar için yapılan harcamalardaki progresif artış, her duyarlı öğrenci için ekonomik kaygılar yaratacak derecede somut bir gerçekliktir. 1881′den 1905′e kadarki zamanı beş yıllık periyodlara bölerek ve güçlü devletlerin bu sürecin başlangıç ve bitiş noktalarındaki harcamalarını belirterek kısaca özetlenebilir bu durum. Belirtilen ilk ve son harcama giderlerinde göre bu süreç içerisinde İngiltere’nin harcamaları 2,101,848,936$’dan 4,143,226,885$’a, Fransa’nınkiler 3,324,500,000$’dan 3,455,109,900$’a, Almanya’nınkiler 725,000,200$’dan 2,700,375,600$’a, ABD’ninkiler 1,275,500,750$’dan 2,650,900,450$’a, Rusya’nınkiler 1,900,975,500$’dan 5,250,445,100$’a,  İtalya’nınkiler 1,600,975,750$’dan 1,755,500,100$’a ve Japonya’nın ki 182,900,500$’dan 700,925,475$’a çıkmıştır.
Belirtilen her ülkenin askeri harcamaları, her beş yıllık periyod içerisinde artış göstermiştir. 1881′den 1905′e kadarki dönemde İngiltere’nin ordusuna yaptığı harcamalar dört katına, ABD’ninkiler üç katına, Rusya’nınkiler iki katına çıkmış; Almanya’nın harcamaları %35 oranında, Fransa’nınkiler %15 oranında ve Japonya’nınkiler de yaklaşık %500 oranında artmıştır. Eğer bu ülkelerin yirmi beş yıllık süreç içerisindeki tüm harcamalarını, ordularına yaptıkları harcamalarla karşılaştıracak olursak aşağıdaki sonuçları elde ederiz:
İngiltere’de %20′den %37′ye, ABD’de %15′den %23′e, Fransa’da %16′dan %18′e, İtalya’da %12′den %15′e, Japonya’da %12′den %14′e. Diğer taraftan Almanya’daki oranın %58′den %25′e düşmüş olması da ilginçtir; bu düşüşün sebebi diğer amaçlar için imparatorluk harcamalarında büyük artışlar yapılmış olmasıdır. 1901′den 1905′e kadar olan dönemde yapılan askeri harcamaların takip eden beş yıllık süreçlerdeki harcamalardan daha yüksek olduğu da başka bir gerçekliktir. İstatistikler, oranda askeri harcamaları en yüksek olan ülkelerin sırasıyla İngiltere, ABD, Japonya, Fransa ve İtalya olduğunu göstermektedir.
Donanmalar için yapılan harcamaların göstergeleri de inanılmaz boyutlardadır. 1905′le sonlanan yirmi beş yıllık süreçte, ülkelerin donanmaya yaptıkları harcamalar şöyle bir artış göstermiştir: İngiltere %300, Fransa %60, Almanya %600, ABD %525, Rusya %300, İtalya %250 ve Japonya %700. İngiltere bir istisna olmak üzere, ABD diğer tüm ülkelerden daha çok donanma harcaması yapmaktadır ve bu harcamaların oranı tüm ulusal harcamalarda da diğer güçlerinkilerden fazladır. 1881′den 1885′e kadarki süreçte, ABD’nin donanma için yaptığı harcama ülke için yapılan bütün harcamalarda her 100$’da 6,20$ gibi makul bir orandı; sonraki beş yıllık süreçte bu rakam 6,60$’a yükseldi, bir sonraki beş yılda 8,10$’a ve bir sonrakinde ise 16,40$’a erişti. İlerideki beş yıllık süreçlerde bu oranın artacağı da açıkça görülmektedir.
Askeri harcamalardaki artış, nüfus üzerinde kişi başına düşen vergi şeklinde açıklanarak da gösterilebilir. Burada verilen karşılaştırmadaki ilk beş yıldan son beş yıla kadar olan süreç içerisinde şöyle bir artış gözlenmiştir: İngiltere’de 18.47$’dan 52.50$’a; Fransa’da 19.66$’dan 23.62$’a; Almanya’da 10.17$’dan 15.51$’a; ABD’de 5.62$’dan 13.64$’e; Rusya’da 6.14$’dan 8.37$’a; İtalya’da 9.59$’dan 11.24$’a ve Japonya’da  86 cent’ten  3.11$’a.
Kişi başına düşen bu vergi tahmini ile militarizmin ekonomik yükünün kabul edilebilirliği arasında bir bağlantı vardır. Elimizdeki verilere dayanarak elde ettiğimiz yadsınamaz sonuç, ordu ve donanmalar için giderek artan harcamaların istatistiklerde adı geçen ülkelerdeki nüfus artışına baskın çıktığıdır. Diğer bir değişle, militarizmden giderek artan beklentilerin devamlılığı, bu ülkelerin hepsini hem insanlar hem de kaynaklar açısından tüketme tehdidini oluşturmaktadır.
Vatanseverlik için gerekli olan bu korkunç kayıp, ortalama bir zekâya sahip olan bir kişiyi bile bu hastalıktan kurtarmaya yeterli olmalıdır. Gene de vatanseverlik daha fazlasını beklemektedir. İnsanlar vatansever olmaya zorlanmaktadır ve bu lüks için de öderler; yalnızca “savunucuları”nı destekleyerek değil, aynı zamanda kendi çocuklarını da kurban ederek. Vatanseverlik bayrağa bağımlılığı gerektirir; ki bu da anneyi, babayı ve kardeşi öldürmeye bile hazır olacak bir itaat anlamına gelmektedir.
Genel kavga, ülkemizi yabancı tehditlerden koruyacak bir orduya gereksinimimiz olduğudur. Ne var ki her entelektüel kadın ve adam bilir ki, aptalları baskı altında tutmak ve korkutmak için var olan bir mittir bu. Bir diğerinin ilgi alanlarını bilen dünya devletleri, birbirlerine saldırmazlar. Uluslararası karmaşaları, savaşlardansa antlaşmalar yoluyla çözmekle kazançlarının daha fazla olacağını öğrenmişlerdir. Gerçekten de Carlyle’ın söylediği gibi, “Savaş, kendi savaşlarını vermeyecek kadar korkak olan iki hırsızın kavgasıdır; bu yüzden de bir köyden ve bir diğerinden oğlanları alıp onlara üniformalar giydirir, onları silahlandırır ve karşılıklı olarak vahşi canavarlar gibi kaybetmelerine izin verirler.”
Her savaşı aynı nedene dayandırmak da fazla bir bilgelik gerektirmez. ABD tarihinde güya olağanüstü ve vatansever bir olay olan İspanya-Amerika savaşını ele alalım. Kalplerimiz gaddar İspanyollar’a karşı nasıl da öfkeyle doluydu! Doğru, bu öfkemiz aniden alevlenmemişti ama. Aylarca devam eden gazete ajitasyonuyla beslenmişti ve bu Butcher Weyler’in birçok Kübalı’yı öldürmesi ve kadınlarına tecavüz etmesinden çok da sonra olmamıştı. Gene de Amerikan Toplumu’nun adaletine dayanarak hiddetlenerek büyümüş, kavga etmeye hazır ve cesurca savaşmaya istekli bir hale gelmişti. Ama sis kalktığında, ölüler gömüldüğünde ve savaşın bedeli insanlara mal ve kiralarda artış olarak geri döndüğünde, vatansever bütünlüğümüzün sarhoşluğundan ayıldığımızda Amerika-İspanya savaşının bedelinin şeker fiyatlarının artması anlamına geldiğini aniden anlayıverdik; daha açık söylemek gerekirse Amerikalılar’ın hayatları, kanı ve parası İspanya hükümeti tarafından tehdit altında bulunan Amerikan kapitalistlerinin ilgilerini korumak amacıyla kullanılmıştı. Bu bir abartma değildir, tam tersine Amerikan hükümetinin Küba işçilerine karşı gösterdikleri tutumla kanıtlanmış gerçeklikler ve figürlere dayanmaktadır. Küba Amerika’nın kıskacı altındayken, Küba’yı özgürleştirmek için yollanan askerlere savaştan kısa bir süre sonra patlak veren puro fabrikalarında çalışan ve grevde olan Kübalı işçileri vurma emri verilmişti.
Bu tür sebeplerle mücadeleyi sürdüren bir tek bizler değiliz. Kan ve gözyaşının akmasına neden olan korkunç Rus-Japon savaşının da önündeki perde kalkmaktadır. Ve bir kez daha görüyoruz ki bu savaşın arkasında da ateşleyici Ticari Gelenek tanrısı var. Rusya-Japonya savaşı sırasında Savaş Bakanı olan Kuropatkin, ticari geleneğin ardındaki gerçek sırrı açığa çıkartmıştır. Kore imtiyazları üzerine para yatırmış olan Çar ve Gran Düka’lar, yalnızca hızlı bir şekilde servet yapabilmek sebebiyle savaşı başlatmıştı.
Barışın en güvenli yolunun güçlü bir ordu ve donanmaya sahip olmak olduğu yolundaki çekişme, en barış yanlısı vatandaşın en ağır silahlarla donanmış vatandaş olduğu iddiası kadar mantıksızdır. Günlük hayattan edindiğimiz deneyimler kanıtlamaktadır ki, silahlı bireyler gücünün denemek konusunda oldukça isteklidir. Bu durum tarihsel olarak, hükümetler için de geçerlidir. Gerçekten de barıştan yana olan ülkeler enerji ve hayatlarını savaş hazırlıklarıyla harcamazlar. Sonuç olarak da barış korunur.
Ne var ki, daha güçlü bir ordu ve donanma oluşturulması yönündeki isteklerin hiçbiri dış tehditlerden kaynaklanmamaktadır. Bu, toplumlarda giderek artan hoşnutsuzluk korkusundan ve işçiler arasındaki uluslararası ruhtan kaynaklanmaktadır. Bu birçok ülkenin Güçlerinin kendini hazırlamakta olduğu düşmanla karşılaşacaktır; bir zamanlar bilinçliliğe uyanan ve diğer tüm dış tehditlerden daha da tehlikeli olacak bir düşman.
Yüzyıllardır toplumları köleleştiren güçler, onların psikolojileri üzerine de kapsamlı çalışmalar yapmışlardır. Genellikle insanların umutsuzlukları, kederleri ve gözyaşlarının, tıpkı çocuklar gibi küçük bir oyuncakla zevke dönüştürülebileceğini bilirler. Ve o oyuncak ne kadar ihtişamlı bir şekilde giydirilirse, renkleri ne kadar canlı olursa çocuk için de o kadar çekici olacaktır.
Bir ordu ve bir donanma insanların oyuncaklarını temsil eder. Onları daha çarpıcı ve çekici kılmak için, bu oyuncakların sergilenmeleri için yüzlerce ve milyonlarca dolar harcanmaktadır. Birleşik Devletler hükümetinin bir donanma filosunu donatıp Pasifik sahiline, her Amerikalı’nın ABD’nin gurur ve zaferlerini hissetmesi için göndermesindeki amaç da buydu. San Francisco şehri, filonun eğlendirilmesi için yüz bin dolar harcamıştı; Los Angeles altı bin; Seattle ve Tacoma ise yaklaşık yüz bin dolar. Filoyu eğlendirmek için mi dedim? “Cesur oğlanlar” yeterli yemeği bulabilmek için isyan etmek zorundayken, birkaç üst rütbeli subaya içki içirip, yemek yedirmek için. Ülkenin dört bir yanındaki kadın, erkek ve çocukların sokaklarda açlık çektiği; yüzlerce işsiz insanın emeklerini her fiyattan satmaya hazır bir durumda bekledikleri bir zamanda havai fişekler, tiyatro partileri ve toplantılar için tam iki yüz altmış bin dolar harcanmıştı.
İki yüz altmış bin dolar! Böylesine yüklü bir toplamla neler yapılmazdı ki? Ama ekmek yemek yerine, o şehirlerin çocukları filoyu görmeye götürülmüş ve bir gazetenin de yazdığı gibi olay akıllarda şöyle kalmıştı, “bir çocuk için unutulmaz bir anı.”
Gerçekten de hatırlanmak için muhteşem bir şey, değil mi? Uygarlaşmış katliamın infazcıları. Eğer bir çocuğun hafızası bu tür anılarla zehirlenebilirse, insan kardeşliğinin gerçekten anlaşılması umudu ne için var öyleyse?
Biz Amerikalı’lar kendimizi barış sever insanlar olarak tanımlarız. Kan dökülmesinden ve şiddetten nefret ederiz. Gene de uçan makinelerden savunmasız köylülerin üzerlerine dinamit bombaları atabilme olasılığı da bizde haz spazmları yaratır. Ekonomik gereklilikten dolayı, bazı endüstri patronlarını durdurmak için kendi hayatını riske atan herhangi bir kişiyi asmaya, elektrikli sandalyeye oturtmaya ya da linç etmeye hazırızdır. Kalplerimiz Amerika’nın dünyanın en güçlü ülkesi olması ve eninde sonunda diğer bütün ülkeler üzerine kendi demir ayaklarını çakacağı düşüncesinin heyecanıyla çarpar.
İşte vatanseverliğin mantığı budur.
Vatanseverliğin ortalama insanlar için doğurduğu korkunç sonuçları göz önüne aldığımızda bile, bunlar vatanseverliğin askerler üzerindeki etkisiyle karşılaştırılamaz; boş bir inançla kandırılmış o zavallı kurban. O ki ülkesinin kurtarıcısı, ulusunun koruyucusu: Onun için vatanseverlik neyi ifade ediyor? Barış zamanında köle gibi itaatkâr bir hayat, kusurlar ve sapıklık; savaşta ise tehlike ve ölüm.
San Francisco’ya kısa bir zaman önce yaptığım eğitim seyahatinde, Körfez ve Golden Gate Parkı’nın en güzel manzarasına sahip olan Presidio’yu ziyaret ettim. Amacı çocuklar için oyun alanları, yorgun şehirliler için bahçeler ve müzik olmalıydı. Aksine çirkin, kasvetli ve barakalarla gri  bir şekilde yapılmıştı. Barakalar; zenginlerin köpeklerini bile gezdirmeyecekleri yerler. Döküntü kulübelerde askerler güdülmekte olan bir sürü gibiydiler. Burada gençlik günlerini harcıyorlar, üstlerinin botlarını ve pirinç düğmelerini parlatıyorlardı. Burada da, sınıflar arasındaki farklılaşmayı gördüm: Özgür bir cumhuriyetin mahkumlar gibi sıraya dizilmiş, önlerinden geçen her üstlerine selam veren kuvvetli oğulları. İnsanlığı küçülten ve üniformayı yücelten Amerikan eşitliği!
Baraka hayatı, cinsel sapıklık gibi farklı eğilimleri de beraberinde getirmektedir. Giderek Avrupa askeri koşullarında ortaya çıkan sonuçları doğurmaktadır. Cinsel psikoloji alanında adı duyulmuş olan yazar Havelock Ellis, bu konu üzerinde kapsamlı bir çalışma yapmıştır. Kitabından bir alıntı yapıyorum: “Barakalardan bazıları erkek fahişeliğinin en büyük merkezleridir… Kendilerini satan askerlerin sayısı, bizim inanmak istediğimizin çok daha üstündedir. Bazı alaylarda bu cüretin erkeklerin büyük bir çoğunluğu için rüşvet alma oranından daha yüksek olduğunu söylemek bir abartma olmaz… Yaz akşamlarında Hyde Park ve Albert Gate civarı canlı bir ticaret yapan askerler ve diğer erkeklerle dolar; çok az utanç içindedirler, üniformalarıyla ya da sivil… Çoğu vakada uygulanan prosedürler Tommy Atkins’in cep parasına rahat bir eklemede bulunur.”
Ordu ve donanmaya bu sapkınlığın nasıl ve neden girmiş olduğu, en iyi biçimde fahişeliğin bu türü için özel evlerin var olması gerçeğiyle yargılanabilir. Bu davranış İngiltere’ye özgü değildir, evrenseldir. “Askerler Fransa’da İngiltere ya da Almanya’dakinden daha az aranmıyor ve Paris ve garnizon şehirlerinde de askeri fahişelik için özel evler mevcut.”
Acaba Havelock Ellis cinsel sapıklıkla ilgili araştırmasına Amerika’yı da katış mıdır? Eğer bunu yapmış olsaydı, aynı koşulların diğer ülkelerde olduğu kadar bizim ordumuz ve donanmamızda da mevcut olduğunu görürdü. Güçlü bir ordunun gelişmesi kaçınılmaz olarak cinsel sapıklığı arttırmaktadır; barakalar kuluçka makineleridir.
Cinsel etkilerinin yanı sıra, baraka yaşantısı askerin orduyu terk etmesinden sonra faydalı bir emekçi olması  olasılığını da ortadan kaldırmaktadır. Herhangi bir konuda eğitim görmüş olan erkeklerin çok azı ordu ya da donanmaya katılır, ama onlar bile bir askeri deneyimden sonra önceki işlerinde kendilerini eskisi kadar rahat hissedemezler. İşsizlik alışkanlığını, heyecan ve macerayı tatmış olarak hiçbir barışçıl koşula ayak uyduramazlar. Ordudan ayrıldıklarında hiçbir yararlı işe geri dönemezler. Ama bu genellikle ayaktakımı, hapishaneden çıkanlar ve ne hayat ne de kendi kişisel eğilimleri için mücadele etmeyen insanlarda görülür. Bu insanlar da askeri hayatlarından sonra, suç yaşamlarına geri dönerler; daha da vahşileşmiş ve alçalmış olarak. Hapishanelerimizde yatanların kayda değer bir çoğunluğunu eski askerlerin oluşturduğu herkesçe bilinen bir gerçekliktir. Diğer yandan ordu ve donanmada da oldukça yüksek sayıda eski suçlu bulunmaktadır.
Yukarıda sıralamış olduğum bütün korkunç sonuçlar içerisinden hiçbirisi bana Private William Buwalda olayında oluşan vatanseverlik ruhu kadar insanlık dışı gelmiyor. Çünkü o, bir kişinin asker olup aynı zamanda da insanlık haklarını savunabileceğine inanıyordu. Askeri otoriteler onu cezalandırdılar. Doğru, on beş yıl boyunca ülkesine hizmet etmişti, ama kayıtları mahkeme tarafından itham edilmemişti. Buwalda’nın mahkumiyetini üç yıla indiren Gen Funston’a göre, “bir görevlinin ya da gönüllü olarak askere kaydedilmiş bir adamın öncelikli görevi hükümetine karşı sorgusuz itaat ve bağlılıktır. Onun bu hükümeti onaylayıp onaylamaması hiçbir şey değiştirmez.” Aslında, Funston vatana bağımlılığın gerçek doğasına işaret etmektedir. Ona göre, orduya girmek Bağımsızlık Deklarasyonu’nun ilkelerini ilga etmek demektir.
Düşünmeyi, sadık bir makine haline gelmeye dönüştüren ilginç bir vatanseverlik anlayışı!
Vatanseverliğe karşı, bir adamı, bir suçluyu on beş yıllık sadık hizmetlerinden sonra hapse atan bir anlayıştan daha büyük bir suçlama olabilir mi?
Buwalda ülkesine hayatının en iyi yıllarını vermişti ve erkekliğini. Ama tüm bunların hiçbir anlamı yoktu. Vatanseverlik merhametsizdir ve diğer bütün doymak bilmez canavarlar gibi ya her şeyi ister ya da hiçbir şeyi. Bir askerin, aynı zamanda bir insan olduğunu, kendi duyguları, düşünceleri ve eğilimleri olabileceğini kabul etmez. Buwalda’ya öğretilen ders de bu idi; çok pahalı ama hiçbir işine yaramayacak bir ders verilmişti ona. Özgürlüğüne kavuştuğunda ordudaki pozisyonunu kaybetmişti ama özgüvenini geri kazanmıştı. Her şeyden önce, bu üç yıllık mahkumiyete değer.
Amerika’daki askeri koşullar üzerine yazan bir yazar, yakın zamanlarda yazdığı bir makalesinde Almanya’da askerlerin siviller üzerindeki baskısına değinmişti. Diğer yazdıklarının yanı sıra, şöyle diyordu: Eğer bizim ordumuzun var olma sebebi, sivillere eşit haklar sağlanmasının dışında bir amaca hizmet etseydi, varlığını sürdürmek için bunun karşılığını alırdı. Eminim ki bu yazar, General Bell’in vatansever rejimi sırasında Colorado’da değildi. Eğer vatanseverlik adı altında erkeklerin nasıl hapishanelere tıkıldığını, sınır dışı edildiklerini ve diğer her türlü vahşetle karşı karşıya bırakıldıklarını görmüş olsaydı, muhtemelen fikrini değiştirirdi. ABD’de askeri gücün artmasına verilebilecek tek örnek Colorado olayı değildir. Birlikler ve askerlerin iktidardakilerin yardımına koşmadığı ve burada küstahça ve vahşice aynı Kaiser’in üniformasını giyen adamlar gibi davranmadıkları pek görülmemiştir. O zaman da Dick askeri kanunlarına sahibiz. Acaba yazar bunu unutmuş muydu?
Bizim yazarlarımızın en büyük hatalarından birisi, kendi ülkelerinde yaşanan güncel olaylar hakkında oldukça cahil olmalıdır; ya da dürüstlükten uzak bir tutumla bu konular hakkında konuşmak istemezler. Ve böylece, Dick askeri yasamızın Kongre tarafından çok az tartışılarak ve kamudan gizli bir şekilde yürürlüğe sokulmuş olması konusunun üstü kapatılmıştır: Başkan’a, barış yanlısı bir vatandaşı kana susanış bir katile dönüştürme yetkisini veren yasa. Bunun ülkenin savunulmasına yönelik bir amacı olduğu söyleniyor; gerçekte ise sözcülüğünü Başkan’ın yaptığı o belirli partinin çıkarlarını korumak.
Yazarımız vatanseverliğin Amerika’da asla yurtdışında olduğu kadar güç sahibi olamayacağını iddia etmekte; çünkü bu bizlerde içten gelen bir duygu ama Eski Dünya’da mecburi bir şey. Ne var ki bu beyefendinin belirtmeyi unuttuğu iki çok önemli nokta var. Öncelikle, Avrupa’da mecburi askerlik toplumun her sınıfında orduya karşı derin nefret duyguları yaratmıştır. Binlerce genç baskı altında orduya alınmaktadır ve asker olduklarında da buradan kaçmak için her türlü yolu denemektedirler. İkincisi, inanılmaz bir anti-militarist akımı yaratan şey militarizmin mecburi yanıdır, Avrupalı Güçler her şeyden çok bundan korkarlar. Her şeyden önce kapitalizmin en büyük savunucusu militarizmdir. İkincisi zayıfladığı anda, kapitalizm de sendeleyecektir. Doğru, bizim ülkemizde erkekler genellikle orduya katılmaya zorlanmazlar ama bizler daha şiddetli ve zorlayıcı bir güç yarattık: Gereklilik. Endüstriyel bunalımlar sırasında orduya gönüllü katılımlarda inanılmaz bir artış olduğu bir gerçeklik değil midir? Militarizm gurur verici ya da kazançlı olmayabilir ama bir iş arayarak ülkeyi gezmekten, ekmek kuyruklarında beklemekten ya da belediyenin sığınma evlerinde uyumaktan daha iyidir. Her şeyden önce ayda on üç dolar, günde üç öğün yemek ve uyuyacak bir yer demektir. Gene de eğer gereklilik orduya katılmak için yeterli güçte bir neden olarak kabul edilmiyorsa, o noktada da devreye insanın karakteri giriyor. Askeri otoritelerimizin ordu ve donanmaya yapılan gönüllü katılımlardan “zayıf materyal” diye yakınmalarına şaşmamak gerek. Bu, gerçekten de cesaret verici bir işarettir. Bu, ortalama Amerikalı’nın hâlâ açlık riskini almaktansa, üniformaya bürünerek bağımsızlık ve özgürlük aşkı ruhunu taşıyabileceğinin kanıtıdır.
Dünyada düşünene adamlar ve kadınlar, vatanseverliğin çok dar ve zamanımızın ihtiyaçlarını karşılamak için çok sınırlı olduğunu anlamaya başlamışlardır. Gücün merkezileşmesi dünyada baskı altında olan ülkelerde ulusal bir dayanışma duygusu yaratmıştır; Amerika’daki emekçiler ile yurt dışındaki kardeşleri arasındaki dayanışmadan daha üstün bir uyum gösteren bir dayanışma; yabancı tehditlerden korkmayan bir dayanışma, çünkü bu bütün işçileri patronlarına “Gidin ve cinayetlerinizi kendiniz işleyin. Biz bunu sizin yerinize yeterince uzun bir süredir yapıyoruz.” diyecekleri bir noktaya getirmektedir.
Dayanışma askerlerin bile bilincini uyandırmaktadır; onlar da büyük insan ailesinin birer parçası haline gelmektedir. geçmiş çatışmalarda şaşmazlığını birden çok kanıtlamış olan bir dayanışma ve 1871 Komünü’nde Parisli askerlerin ayaklandıran ve kardeşlerini öldürmeleri istendiğinde bunu yapmayı reddettiren güç. Yakın geçmişte Rus ordularına karşı ayaklanan adamlara cesaret veren de aynı şeydi. Eninde sonunda bu dayanışma, tüm baskı ve şiddet altında tutulanları uluslararası sömürücülere karşı bir araya getirecektir.
Avrupa proleteryası bu büyük dayanışmanın gücünü fark etmiştir ve bunun bir sonucu olarak da vatanseverliğe ve onun kanlı yüzü olan militarizme karşı bir savaş başlatmıştır. Alman, Fransız, Rus ve İskandinav ülkelerin hapishaneleri, bu eski boş inanın bir parçası olmayı reddeden binlerce kişiyle doludur. Bu akım işçi sınıfıyla da sınırlı değildir; hayatın her aşamasından kişileri, sanatçıları, bilim adamlarını ve yazarlarını da kucaklamıştır.
Amerika’da bu akıma ayak uydurmak zorunda kalacaktır. Militarizm ruhu hayatın her kanalına sızmış durumdadır. Gerçekten de ben Amerika’da militarizmin dünyanın diğer yerlerinden daha büyük bir tehlike oluşturduğuna inanıyorum; çünkü kapitalizm yok etmek arzusu içinde olanlara rüşvet ödemekte.
Bunun başlangıcı okullarda çoktan yapıldı. Gözle görülür bir şekilde, hükümet de İncil’in yolunu seçiyor: “Bana çocuk aklını verin, onu bir erkek yapayım.” Çocuklar askeri taktiklerle, müfredat programında yüceltilen askeri başarılarla eğitiliyorlar ve genç beyinler de hükümete uyum sağlamaları için saptırılıyorlar. Dahası, ülkenin gençleri ordu ve donanmaya katılmak için parlak posterlerle kandırılıyorlar. “Dünyayı görmek için iyi bir fırsat!” diye bağırıyor hükümet duvarlardan. masum çocuklar zorla vatansever yapılıyor ve askerlerin adımları Ulus’a doğru ilerliyor.
Amerikan işçileri askerler, Federaller ve Eyaletler’in ellerinde o kadar çok acı çekti ki, üniformalı parazitlere karşı yeterli bir nefret ve isyanları var. Ne var ki tehditler bu büyük problemi tek başına çözemez. İhtiyacımız olan şey, askerlerin eğitimine karşı bir propagandadır; akımının gerçekliklerine onu uyandıracak ve varlığını onların emeklerine borçlu olduğu adamlara karşı gerçek görüşünün bilinçliliğini uyandıracak anti-vatansever bir literatür. Otoritelerin en çok korktuğu şey, tam da budur işte. Bir asker için radikal bir toplantıya katılmak zaten büyük bir hainliktir. Bir asker için radikal bir bildiriyi okumayı da büyük bir hainlik olarak adlandıracaklarına hiç şüphe yok. Ama otoriteler, hatırlanamayacak kadar eski zamanlarda  ilerlemenin her adımını hainlik olarak adlandırmıyor muydu? Ne var ki sosyal bir yeniden yapılanma için çabalayanlar bütün bunlarla karşı karşıya gelecek güce sahiptirler. Bu gerçeklikleri fabrikalar yerine, barakalara taşımak daha da önemlidir. Vatansever yalanı dünyamızdan silmek için, bütün ulusların evrensel kardeşlikte birleşerek şu kelimeler etrafında toplandığı o muhteşem yapıya giden yolu temizlememiz gereklidir: ÖZGÜR BİR TOPLUM.

www.lafisyanda.org 'dan alınmıştır

9 Aralık 2012 Pazar

Cehâlet, Hurafe İhtiyacı ve "Son"u İstemek




Kültürümüzde ve düşüncemizde, böyle inançlara yol açan neler oluyor? Kuşkucular ve bilim adamları tarafından önerilen teoriler çoktur: hiç eğitim olmaması, yanlış eğitim, eleştirel düşünce yokluğu, dinin yükseliği, dinin çöküşü, geleneksel dinin yerini mezheplerin alması, bilim korkusu, Yeni Çağ, Karanlık Çağlar'ın yenilenmesi, çok fazla televizyon, yeterli okuma olmaması, yanlış kitapları okuma, yoksul ebeveynler, basit eski cahillik ve aptallık. Kanada, Ontario'dan bir gazeteci bana, "karşı olduğunuz şeyin en aşağılık somutlaşması" dediği bir şeyi gönderdi. Bu yerel kitapçısından aldığı, üzerine "Yeni çağ Bölümü Bilim Bölümüne Taşınmıştır" yazılmış parlak turuncu renkli bir karton işaretti. "Toplumun kolayca, sorgulama ve eleştirel incelemenin yerine büyü ve batıl inancı koymasından korkuyorum", diye yazıyordu. "Eğer bu olgunun kültürümüzde ne kadar yerleşmiş olduğunu gösteren bir ikon olsaydı, bu işaret kesinlikle o olurdu." Bir kültür olarak bilimi sahte bilimden, tarihi sahte tarihten ve duyguyu saçmalıktan ayırmakta sorunumuz var gibi görünmektedir. Ama sorunun bundan daha derinde yattığını düşünüyorum. Bunu anlamak için kültürün ve toplumun katmanlarını bireysel insanın aklı ve kalbine kadar kazmalıyız. İnsanların neden saçma şeylere inandığı sorusuna verilecek tek bir cevap yoktur.
*Michael Shermer - İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır

  Bilgiyi ve cehaleti birbirinin zıttı olarak düşünürsek, ikisinin de sonu yoktur. Cehâlet, bilgisizlikten daha tehlikeli bir durumdur. Cehalet, bilgi seviyesinden, azlığından ya da çokluğundan çok bir saplantı hâlidir. Bütün dünyası birkaç kavram ve birkaç kelime etrafında dönen herkes câhildir. Cehâlet, insana bitmeyen bir güven ve mutluluk verir. Câhil insanların dinleri, düşünceleri, ideolojileri, milletleri vs değişebilir ama tek gerçeğin kendi düşündükleri ve öğrendikleri olduğu, dünyanın kurtuluşunun insanları düşüncelerine göre tek tip hâline getirmek daha kötüsü öyle olamayanı yok etmek isteği hepsinin ortak noktasıdır.
 Bu yüzden câhil, sayısı ne kadar çok olursa olsun, özünde tek karakterdir.
Câhil ve cehâlet ile ilgili bu tanımı yapmamın sebebi ise; cehâlet için üretilen bilgiyi, kendi deyimimle postmodern hurafeyi anlatacak olmam.

 Sanat ile ilgili bir yazımda fotoğrafçı ve ressam Marcel Duchamp'ın bir pisuvarı ünlü bir sergide uzun süre sergilediğinden ve gösterişli câhillerin algılarıyla nasıl alay ettiğinden bahsettim.
 Şehirlerde, modern yerlerde yaşıyor ve ya oralara sık gidiyorsanız bu gösterişli câhillere rastlamanız olasıdır. Klasik câhiller gibi hurafeleri, akla mantığa uymayan inançları vardır. Kurşun döktüren bir köylüyle câhil, batıl inanç, hurafe, aptal gibi kelimelerle alay ederken enerji koçlarına, yıldız falcılarına inanırlar. Tanrı'ya inanmazlar ama Nostradamus mutlaka geleceği görmüştür. Ruhlara ve cinlere inanmazlar ama paranormal varlıklar vardır. Etrafımda böyle birkaç insan var, gerçekten sıkıcılar.

 Peki bir insan bunu neden yapar? Bu kadar saplantılı olmayı, süslü kelimelerle câhil kalmayı neden bu kadar ister ve kabullenir? Düşünecek, okuyacak ve araştıracak imkânları varken kutudan neden çıkmaz?
Çünkü tesellilerini bırakmayı istemez. Hayattan sıkılmaktadır, yaşamak istememektedir, buna rağmen devamlı gülüp mutlu görünmeye çalışır ve bu psikolojisini olduğundan daha beter hâle getirir. Çareyi de batıl inançlarda bulur. Basit bir beyin telkini olan meditasyon ile doğa ötesine geçebileceğini düşünür. Ona iyi şeyler söylemesi için tarot falcısına dünyanın parasını verir. Onu bir sevgi kelebeğine, mutlu bir insana dönüşeceğine inanması için enerji koçundan yardım alır. Ve, işin en trajik kısmı, ölmeyi isteyip cesaret edemediği için dünyanın sonu'na, basit numeroloji hesaplarından ibaret olan kıyamet tarihlerine inanır.

 İnsanların isteklerinin, arzuladıklarının inançların şekillenmesinde önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar ölümü kabullenemdikleri, yok oluşu kabullenemedikleri için ölümden sonraki hayatı tasarladılar. Adaleti sağlayamadıkları ve adaletsizliği kabullenemedikleri için cenneti ve cehennemi tasarladılar. Şimdi ise yaşamayı ve ölümü deneyecek cesaretleri olmadığını kabullenemedikleri için kıyamet tarihleri tasarlıyorlar.
 Hurafe üretmek için para alan insanlar, insanların tesellilerini hiç bir zaman kaçırmamışlardır. Özellikle numeroloji bunun için önemlidir. Eğer istenen kıyametse Kuran ve ya İncil'deki birkaç sure numarasını çarpıp bölüp kıyametin yaklaştığını söyleyebilirler. Eğer matematiğim kötü olmasaydı ben de bir kıyamet tarihi çıkarabilirdim, ama kötü, şansınıza küsün!
 Bu Vikipedi sayfasında bugüne kadar kaydedilmiş kıyamet tarihleri var. Biraz incelerseniz özellikle 1800'lerden sonra arttığını görürsünüz. Çünkü sanayileşme, kentleşme, modern hayat insanları bunaltıyor ve yaşamdan bıktırıyor. Bazı şahitler gibi hurafe üreticileri de insanların ölüm ümidine cevap vermek için kıyamet tarihi üretiyor.
 Özellikle 1994 yılından beri kıyametin kopacağını söyleyen Harold Camping dikkâtimi çekti. Bu insan geçen yıl 21 Ekim'de kıyametin kopacağını söylemiş ve 22 Ekim'de randevu almak isteyen gazetecileri "Ne gerek var, 21 Ekim'de hepimiz öleceğiz" diye terslemişti. Ayrıca neredeyse her yıl kıyamet kopacağını iddia eden Yehova Şahitleri'nin durumu da ilginç tabi.
2012 filminin Box Office rakamlarına bakarsak bu hurafelerin nasıl pazarlandığını ve ne kadar kazandırdığını görebiliriz.

 Duyduğum kadarıyla Şirince'de otellerde boş yer kalmamış ve bir gecelik oda fiyatı 1000 TL'ye kadar yükselmiş. Bunalım nelere yol açıyor...
Bu kadar kıyamet tarihi içinde sadece 21 Aralık'ın bu kadar benimsenmesinin sebebi ise Holywood'un bunu servis etmesinden başka bir şey değil. Nasıl UFO filmlerinden sonra uzaylılara tapan tarikâtlar ortaya çıktıysa Holywood bu kıyamet tarihini pazarladıktan sonra kitleler buna inanmaya başladı.

 Ama 22 Aralık'ta yeni bir kıyamet tarihi bulacaklar. Bununla ilgili filmler, kitaplar, dergiler yayınlayacak, toplantılar düzenleyecek ve yine köşeyi dönecekler. Çünkü yaşamak istemeyip ölemeyen insanlar kendilerine inanmak, kendilerini onların  komplo teorilerine inandırmak için her zaman hazır bulunacak.
 
 Eğer hayat sizin için bu kadar sıkıcıysa, ölmeyi bu kıyamet hurafelerine inanacak kadar çok istiyorsanız, ölün gitsin.
Mutsuzsunuz, mesele mutlu olabilmek değil zaten bu çok zor, mesele mutsuzluğu kabullenebilmek. O zaman bu hurafelere ihtiyacınız kalmaz. Kendinizi saplandığınız bunalımdan ve onun getirdiği cehâletten kurtarmak yerine böyle şeylerle rahatlatmaya çalışmanız da çok acınası bir durum.


8 Aralık 2012 Cumartesi

Şimdi Reklamları İzlediniz




 Küresel düzeyde rekabet ediyor ya Türkiye, mesela büyüme hızı nasıl fetişleşecek o metinlerde? İş kazalarının kader olduğu şimiden mi öğretilecek? Rekabetçilik tazecik beyinlere nasıl nakşedilecek? Çocukların hayal gücü geniş. Ama "ekonomik sistemin getirdikleri" başlığında yetişkinlerin çocuklar üzerinde sınayacağı hayal gücü emin olun çok daha geniş ve ürkütücü.
*Pınar Öğünç; "Bugünkü dersimiz: Küçük Ekin'in AVM Keyfi" Radikal (06.04.2012)

 Reklamın esas amacı ürünü tanıtmak ve kalitesini anlatmak değil bir şekilde insanın aklına sokup satmaktır. Reklamın başarısı ürünü ne kadar iyi tanıttığıyla değil, ürünü nasıl akla soktuğuyla ölçülür. Şimdi şu reklam afişine bakın:


 Bir bira reklamı ve bu reklamda ilginizi çeken şeyin bira olmadığını anlamak için beyninizi okumam gerekmiyor. Bira sadece güzel kadının etrafındaki bir logodan ibaret. Bu logo, bu kadın aracılığıyla bilinçaltımıza sokuluyor ve biz markete gittiğimizde bu logoya ve kadına para veriyoruz. Reklam bilincimizden ziyade ilkel bilincimize hitap ediyor. Cinsellik kullanılsın ya da kullanılmasın, reklamın tek amacı bilinçaltına hitap etmek ve akılda kalmaktır.

 Reklam, topluma neyin hitap ettiğini anlamak için önemlidir. İlkel kabileleri anlamak için totemler ne kadar önemliyse, daha ilkel tüketim toplumunu anlamak için reklamlar o kadar önemlidir. Toplumun neyi istediğini, neyi arzuladığını, insanların ne olmak istediğini anlayabilmenin yolu reklamlardan geçer.

 Reklamlar hakkındaki bu kısa tezimden sonra esas meseleye reklam ve hitap ettiği toplum arasındaki ilişkiye geleyim.

 Biomen'in Hitler'li şampuan reklamını hatırlarsınız. Reklamda Adolf Hitler, kürsüsünden "Kadın kıyafetleri giymiyorsanız, kadın şampuanı da kullanmayın, erkek adam erkek şampuanı kullanır!" diye esip gürlüyordu. Oldukça tepki çekti ve yanlış hatırlamıyorsam yayından kaldırıldı. Firmanın satışlarını ne kadar etkilediğini bilmiyorum ama bu reklam Türk toplumuna hitap etmek için oldukça iyi seçilmişti.
Dur! Hemen yargıda bulunma! Yaşadığım toplumu insanların Adolf Hitler hayranı olmadığını, onun için ölüp dirilmediklerini bilecek kadar iyi tanıyorum. Mesele o değil. Mesele reklamın, toplumumuzun en hassas noktası olan erkeklik meselesine sert bir figürle hitap etmesi.

 Yazılarımdan birinde  Hürriyet'in aile reklamından bahsettim. Hikayeyi kısaca anlatmak gerekirse; aile üyeleri kavga ediyor ve babanın (toplumumuzca otorite, masaya yumruğunu vuracak babayiğit vs gibi isimlerle tanımlanan bir temsili) kibarca uyarmasıyla sessizlik ve huzur sağlanıyordu. Baba kültünün bu kadar önemli olduğu bir ülkede bu reklam hiç şaşırtıcı değildi. Çünkü topluma bu hitap ediyordu, verilecek birlik, kardeşlik mesajı ancak bir babanın yoluyla verilebilirdi.
 
  Marlboro'nun kovboyunu hatırlarsınız. Elbet bir yerlerde görmüşsünüzdür. Türkiye'de bir zamanlar yasak olması bile satışlarını düşürmedi ve bildiğim kadarıyla hâlâ en çok içilen sigaralardan biri. John Mingo'nun Marlboro'nun Kovboyu Nasıl Cinsiyet Değiştirdi kitabında okuduğuma göre Marlboro, filtreli bir sigara olarak üretildi ve kadınlar için üretilen ilk sigaraydı. Reklamlarında filtrenin kadınsı bir şey olduğu işleniyor ve sigara bu fikirle satılıyordu. 
 Kovboyumuzun rolü, sigara satışlarının düşmesiyle başladı. Filtreli sigara kadınsı bir şey olarak algılanmıştı ama kâr etmek için bir şekilde erkeklere de satılması gerekiyordu. Reklamlardaki ufak bir değişiklikle kadının yerine kovboy geldi ve Marlboro'nun satışları patladı. Çünkü Amerikan erkekliğine, sertliğine en az bizim Ali Desidero kadar hitap ediyordu. 
 
 Son zamanlarda nostaljinin reklamlarda kullanılıyor olması da dikkatinizi çekmiştir. İnsanlar yaşadıkları zamandan sıkılınca, memnun olmayınca nostalji pazarlanmaya başlandı. Üstelik 60lı, 70li yılları hiç yaşamayan jenerasyonumun insanları ne hikmetse o yılları özlemeye başladı. 
 Reklamcılık aynı zamanda bir toplum mühendisliğidir. Marlboro örneğinde olduğu gibi algılar yaratır ve onları değiştirir.
Şimdi bir de şu reklama bakın.
 

  
 Ergenlik çağındayken kendimi chat kanallarında olmadığım biri gibi tanıtmayı severdim. Çünkü yaşadığım durumdan pek memnun değildim. İnternetin bize sunduğu zararlı şeylerden biri de yabancılara karşı istediğimiz kişi olabilmektir. 
Reklamın anlatmak istediği de bu: Hayatınızdan memnun değilseniz Smile ADSL alın. Hızlı bir bağlantıyla olmak istediğiniz kişi olabilir, John olup New York'ta yaşayabilir ve bütün boş zamanlarınızı bu sefil hayal dünyasıyla geçirebilirsiniz.
Zayıf noktamızı nasıl da bulmuşlar değil mi? Hiçbirimizin yaşadığı hayatı istemediğini, bir çoğumuzun filmlerde anlatılan sahte hayata özendiğini iyi anlamışlar.

  Reklamları ve anlattıklarını reddetmek, kapitalizmin egemenliğini reddetmek için önemli bir adımdır.
 Reklamlar toplumu şekillendiriyor, algılarını değiştiriyor. Reklamlar zayıf noktalarımızı, kullanıp bizi yönlendiriyor. Özgür olmanın yollarından biri de bilincimizi logoların işgalinden kurtarmaktır.
Kurtaramadığımız sürece av olmaya devam edeceğiz.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Düzenin Bilimi ve Süs Akademileri

 
Birkaç ay önce herkes Kim 500 Milyar İster yarışmasında "parlamento" cevabını bilemeyen siyaset bilimi öğrencisi kızı konuşuyordu. Toplum olarak en büyük hobilerimizden olan günah keçisi oyununu oynadık. Evet bunu yapmayı severiz, etrafta günah keçisi yapılmaya müsait bir insan varsa onu bulur, aşağılar, alay eder, güler ve işin geri kalan kısmını unutuveririz. Televizyonun hayatımızdaki en önemli işlevlerinden biri de bu güzel eğlencemiz için günah keçileri bulmamıza yardım etmesidir.
 Hadi bunu bilmemesini bir eksiği olarak kabul edelim. Branşıyla ilgili önemli bir şeyi bilemedi ve öğrenme gereği duymadı, belki de heyecandan o an hatırlayamadı bunu bilemeyiz. Peki yapmamız gereken ne? Bu kızcağızı etiketleyip köyün delisiymiş gibi alay etmek mi yoksa onu gereği kadar öğrenmeye iten, vaadettiği tek şey bir CV olan akademiyi eleştirmek mi?

 Bilimin satıldığı ve ezberlendiği bir yerde insanlardan nasıl bir hassasiyet bekleyebiliriz ki? Akademilerin sadece klasik eğitim sisteminin bir uzantısı olduğu, liselerle arasındaki tek farkın üniforma olduğu bir yerde insanları cehaletleri için suçlayabilir miyiz?
 Okuyamamış, okumaya fırsatı olmamış ve ya okumamış insanları çok kolay cehaletle suçlayabiliyoruz. Zaten bu da favori eğlencelerimizden biridir, insanların geri kalmışlığından bahsederiz ama ilerletmek için hiç bir şey yapmayız. Bilim üretilen kurumları, eğitim sisteminin klasik yapısından, devletin tabularından kurtulamamışsa insanlar cahil kalmaya devam ederler.
 Üstelik cahiller isimlerinin başına bir sürü unvan alabilirler. Ama durumu değiştirmez.

 Ezberci sistem, insanı bir robota çevirir. Ezberin olduğu yerde bilginin hiç bir önemi yoktur. Bilim, tıpkı sanat gibi bir yaratıcılık ister. İnsanların birkaç gün sonra unutacakları bilgileri ezberlediği yerde akademinin bir önemi, bir işlevi yoktur ve bilim çoktan ortadan kalkmıştır. İnsan kendini geliştiremiyorsa, bilgiyle bütün ilişkisi birkaç not ezberleyip yüksek not almaksa, akademi işe yaramaz bir kuruma, bir vakit kaybına dönüşür. Çünkü insanlara bir şey vermediği gibi, var olanı da köreltmektedir.

 Sistem, sanatı yozlaştırdığı gibi bilimi de yozlaştırır. Sisteme göre bilim sadece onun şirketlerine ve ideolojisine hizmet etmesi gereken bir şeydir. Akademi sadece CV'deki bir isimdir. Bir süstür. İnsanların birkaç yıllığına kendilerini özgür hissetmeleri için var olan bir yerdir.
 Sistemin süsü olmak dışında bir işe yaramaz.

 Eğer akademi, bilime önem vermek yerine öğrencilerine kolluk kuvvetleriyle gövde gösterisi yapıyorsa, boş bir kurumdur. Bir hiçtir.
 
 Günümüzde durum bundan ibaret. Akademiler, insanların bilime önem vermemesi, bilimden soğuması ve üretememesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir devlet dairesi ve ya düz lise gibi yoklamaları, devam zorunlulukları ve gelinmesi zorunlu olan törenleri, konferansları falan filan var.
 Üstelik kolluk kuvvetleri var. Sakın bana üniformalıların bizim güvenliğimiz için var olduğundan ve sesini çıkarmak, düşüncelerini söylemek isteyen insanların karşısında bunun için dikildiğinden bahsetmeyin.
 Tahammül edebildiği tek tip, derslere girip çıkan, bilimle bütün ilişkisi ezberlediği notlar olan, düşünmeyen ve para kazandıran insan olan bir kurumun bilim üretebileceğine de inanmayın.

 Daha sonra buralardan çıkıp bir şey bilmeyen insanları günah keçisi ilan etmeyin. O bilimi satın aldı, ezberledi, geçti ve işi bittiği zaman unuttu. Düzen ne yapıyorsa o da onu yaptı. Yanlış mı? Evet. Suçlu mu? Kesinlikle değil.

4 Kasım 2012 Pazar

Düzenin "Sanatı"na Reddiye




Böyle doğdu DADA, bir bağımsızlık, topluluğa güvensizlik gereksiniminden. Bize bağlı olanlar özgürlüklerini korur. Hiçbir kuram tanımayız biz. Kübist ve fütürist akademilerden, o biçimsel düşünce laboratuarlarından bıktık. Para kazanmak ve kibar burjuvalara dalkavukluk etmek için mi yapılır sanat? Kafiyelerde para şıngırtısı duyuluyor, tonlamalar göbek kavisi boyunca kayıyor aşağı. Bütün sanatçı grupları, başka başka kuyruklu yıldızlara binerek sonunda bu bankaya vardı. Yastıklara gömülme, yeme içme olasılıklarına kapı açık.
Burada verimli topraklara demir atıyoruz.
Burada haykırmaya hakkımız var çünkü biz ürpermeleri ve uyanışı yaşadık.
Enerjiden sarhoş olmuş hayaletleriz, umursamaz tene saplıyoruz üç dişli yabayı. Baş döndürücü yeşilliklerin tropik bollugunda lanet selleriyiz biz, zamk ve yağmur bizim terimiz, kanıyoruz ve susuzluğu yakıyoruz, bizim kanımız güç demek.
Tristan Tzara - Dada Manifestosu

 Şu tanrı, baba ve aile benzetmeleri üzerinde fazlasıyla durdum. Babanın otoritesinden, onun ideal insanından ve kötü çocuğundan bahsettim. Toplum, klasik, çekirdek bir aileye benzer. Bir otoritesi olan ve neredeyse yarı tanrı olan bir baba, mağrur ve yorgun bir anne, devamlı yad edilen ölmüşler, çocukların uyması gereken kurallar, korkulması gereken dış dünya, dış dünyadan korunulması gereken bir ev vardır. Şimdi evin şimarık, haylaz, ukala, yaramaz ama sadık çocuğundan, düzenin sanatçısından ve aydınından bahsedeceğim.
 Nasıl kralların ve kraliçelerin huzurundan ayrılmayan, onlara methiyeler düzen şairler, Vahşi Batı'da haydutların peşinde dolanıp kahramanlık destanları yazan yazarlar, dünyanın en çirkin soylularını birer güzellik abidesine çeviren ressamlar varsa baba evinin de her zaman sevimli, şimarık bir çocuğu vardır. Bu çocuk, gösterilen sınırlar içinde farklıdır. Yapabileceklerinin ve söyleyeceklerinin her zaman bir sınırı vardır. Etrafı dağıtmadığı sürece oynamasına izin verilir. Şans kaza söylenenleri yapmıyor ve muhalifleşiyor ise bunun sebebi özgürleşmesi değil, babanın ölmesi ve evin yeni reisinin pek sevilmemesidir. Her iktidarın elinde böyle bir düzine aydın bulunur. Bu satırları okurken kafanızda birkaç suratın canlandığına eminim.

 Sistemin ürettiği, pazarladığı sanat sınırlıdır. Çünkü sanat eseri, sanat eseri değil bir tüketim malı olarak algılanır. Bir kahve fincanı gibi üretim standartları, kalite standartları vardır ve buna uygun üretilmediği zaman kalitesiz, bozuk, hatalı üretim olur.
Kapitalizm, kalıpların düzenidir ve insan beyninin en büyük başkaldırısı olan sanat bile bu kalıplardan kurtulamamıştır. Eser önem taşımaz, önem taşıyan onun nasıl pazarlandığıdır.
 Bir pisuvar, sanat eseri olabilir mi? Eğer iyi pazarlanır ve sevgili jürinin onayından geçerse olabilir. Sergilendiği yerlerde fotoğrafın önünde durup "Sanatçı burada ruhunun çıkmazını yansıtmak istemiş" gibisinden afilli cümleler kuran haylaz ve sadık çocuklar olacaktır. Yandaki fotoğraf, Marcel Duchamp'a ait. Kendisi zamanın ünlü ressamlarından biri. Aynı zamanda matematikçi, satranç şampiyonu, yani deha denilebilecek bir insan.
 Gördüğünüz eseri, R. Mutt takma adıyla New York'taki bir sergiye yollayınca kabul edilmedi. Daha sonra kendi adıyla yolladı ve "Fountain" adını verdiği bu eser, büyük bir sanat eseri olarak kabul edildi ve sergilendi.
 Çünkü eserin kendisi, niteliği değil nasıl pazarlandığı ve ne olarak pazarlandığı önemliydi. Düzenin sanatı, fetişisttir. Eserin kendisine değil, isimlere tapar. Düzenin eleştirmenleri için ise sanatın bir müfredatı vardır ve sanatçı bir ilk okul öğretmeni gibi ona uymak zorundadır.
 Marcel Duchamp, büyük bir şey başardı. Bir pisuvar ile düzenin sanat anlayışıyla dalga geçti, onu rezil etti. Eminim evin yaramaz çocukları sergilerde sanatçının ruhunun açmazlarını yansıttığından bahsederken Duchamp bunları düşünüp gülüyordur.

 Bunun klasik olanın reddi olarak düşünebilirsiniz ama ben bunu yapmıyorum. Klasik olarak bildiklerinizi değil, bu kavramın kendisini reddediyorum. Shakespire'in büyük bir şair olduğunu değil, klasik olduğunu reddediyorum. Bugün sizin klasik olarak bildiğiniz insanları zamanında kimse anlamadı. Nasıl Roma, bir isyan olarak doğan Hıristiyanlığı kendine uydurup dejenere etmiş ve dünyaya öyle yaymışsa, düzen sanatı ve büyük sanatçıları kendi müfredatına ve sınırlarına sokup öyle tanıttı. Yaşarken kalıplara sığmayan insanları öldükten sonra sığdırdı.
Turhan Selçuk'un karikatürü biraz politik bir mesaj taşısa da sistemin sanatçıya karşı tavrı bundan farklı değildir. Maskesini değiştirdikçe eskiden dışladıklarını ve ötekileştirdiklerini, yok etmeye çalıştıklarını benimser ve savunuculuğunu üstlenir. Nazım Hikmet ve Ahmet Kaya örneklerinden görülebilir. Elbette sanat kimseye yasak değildir ama politikacıların bugün bu insanların adını ağızlarından düşürmemelerini oldukça iki yüzlü buluyorum.

 Bir zamanlar siyahi kölelerin, varoşların müziği olan jazz'ın bugün zengin salonlarından eksik olmaması bunu açıkça gösteriyor. Sanatın elitleşmesi ve bir zümrenin uğraşı hâline gelmesi gerçek bir dejenerasyondur. Sanat sanat içindir, sanat toplum içindir, sanat şunu yansıtmalıdır, bunu yansıtmalıdır tartışmalarından haz etmem. Çünkü sanatın bir aidiyeti ve sahibi yoktur, olamaz.
 İktidarlar, sınırları dışına çıkan hiç birşeyden hoşlanmadıkları gibi, sınırları dışına çıkan sanattan da hoşlanmazlar. Düşüncenin özgürlüğü ve sanatın özgürlüğü arasında doğru bir orantı vardır, biri olmadan öteki mümkün değildir.

 Bir çocuk gökyüzünü mor çiziyorsa, mor gökyüzünün onun için bir anlamı vardır. Gökyüzünün mavi olduğunu görür ama onu mor olarak kurgular. Çocuklar, hayali arkadaşlarının varlığına asla inanmazlar, onları kurgular ve varmış gibi yaparlar. Biz törpülenmiş yetişkinler onların yaratıcılıklarını kendi sıkıcı gerçekliklerimizle sınırlamaya bayılırız. Çünkü kafasını bir devekuşu gibi sistemin kumuna gömmüş olanlar, hayal görmek ile hayal etmek arasındaki farkı asla anlamazlar. Çocukların hayal gücü sınırlandırılmalı, mümkün olduğu kadar yok edilmelidir çünkü uyum sağlamaları gereken bir toplum ve varlıklarını feda etmeleri gereken varlıklar vardır ki hayal güçlerini sonsuza kadar işgal etmesi gereken hayal budur. Bir çocuğun yaratıcılığına dahi tahammülü olmayan bir toplumun, bir sanatçıya sınırlar koyması şaşırtıcı değildir.

 Sanat, marjinal değildir, olamaz. Kesin bir doğrunun olmadığı yerde bu kavramdan bahsedemeyiz. Marjinal diye bir şey yoktur, marjinalize edilmiş insanlar ve doğrular vardır.
 Ben marjinal değilim. Sadece kendim gibiyim. Sistem, kendim gibi olmama müsaade etmiyor. mor gökyüzünü maviye boyamaya çalışıyor bu yüzden sistemle aram pek iyi değil. Toplum, kendi yediği pislikleri gerek afilli kavramlarla, gerek zorla bana yedirmeye çalışıyor bu yüzden onunla da aram iyi değil. Marjinal yoktur, eğer varsa insan doğası gereği marjinaldir ve onun ürettikleri de öyle olacaktır.

 Sanatı kalıplara sokmayın. Klasikleştirmeyin. Ars longa, vita brevis! İnsanlığın en büyük gerçeği olan ölümü ve zamanı bile yenebilen sanatın kalıplara gireceği, girmesi gerektiği yanılgısına sakın düşmeyin! Büyük bir gaflet olur.
Yazıyı bir sanatçının manifestosuyla bitiriyorum.


Ödülleriniz benim için değil, ben kötü olmaya mahkumum
Yüz karası, buruşmuş hayaller, tüm sisteminiz beni iğrendiriyor
Yıldızlık hayallerinizi kendinize saklayın, beni nasıl anlayabilirsiniz?
Anlamları ve sonuçları karıştırmam ve dünyanın titrediğini görebiliyorum
Verdiğimiz sözleri hatırlıyor musun, zaman onları darmadağın etti mi?
Petite durmadan kaçıyor, özgürlük aşkıyla, reklamlar umrumda değil
Ben kimsenin sanatçısı değilim, ben ruhumun kalemiyim
Köpek dünya! Kulübesine asla geri dönmeyeceğim!





1 Kasım 2012 Perşembe

"İdeal İnsan" Şimarıklığı ve Düzenin Çöplüğü


 Bizler çöküş durumundaki bir toplumun ortasında yaşıyoruz. Çürümenin kanıtları her tarafta mevcut. Muhafazakâr gericiler, ailenin parçalanmasına, uyuşturucu salgınına, suça, akılsız şiddete ve diğer her şeye sızlanıp duruyorlar. Onların tek yanıtı devlet baskısını arttırmaktır; daha fazla polis, daha fazla hapishane, daha sert cezalar, hatta muhtemel "suçlu tiplerin" genetik soruşturması. Onların göremedikleri ya da göremeyecekleri şey, bu olguların, onların temsilciliğini yaptıkları toplumsal sistemin açmazının belirtileri olduğudur. Onlar "piyasa güçleri"nin, milyonlarca insanı işsizliğe mahkûm eden aynı akıldışı güçlerin savunucularıdır
Alan Woods & Ted Grant - Aklın İsyanı

 Önceki yazımda "Tanrı"dan bahsettim. Tanrı ölmedi, şekil değiştirdi, kılıktan kılığa girdi ve yaşamaya devam etti. Çünkü sadık kulları onu her seferinde mezarından çıkardı. Bu sefer bu Tanrı'nın sadık kullarından, ideal insandan bahsedeceğim.
 Nazileri lanetliyoruz. Ne zaman konu İkinci Dünya Savaşı'ndan, 40lı yıllardan bahsedilse bu savaşa sebep olan Hitler'i, insanları katleden, kamplara doldurup öldüren Nazileri lanetliyoruz. Evet, bu tarihin utancıdır ve lanetlenmelidir. Peki biz zihniyet olarak Nazilerden ne kadar uzağız?
 Öncelikle tarihe karşı şu masalsı bakışı aşamadık. Ne zaman tarihten bahsedilse iyiler ve kötüler, kahramanlar ve şeytanlar havada uçuşuyor. Çünkü biz Tanrı'nın sadık kulları, kralın sadık tebaası olarak yetiştirildik. Biz mükemmele ulaşmaya çalışan kulların korkması ve tanrıya sıkı sıkı bağlanması için bir de şeytan gerekiyordu.
  Şu resme bir bakalım:



 Bir Nazi propaganda çizimi. Adamın doğrulabilmek için sırtındaki cücelerden kurtulması gerekiyor. Bu çirkin cüceler, bizim mükemmel adamımıza, ideal insanımıza ancak "yük" olabilir ve onlardan kurtulması gerekir. Bu cücelerin Yahudiler olduğunu tahmin etmek zor değil.

 Geçen yıl bir okul müdürü, çocukların suça eğilimli doğduğundan ve bu eğilimi taşıyan çocukların yürümeden yok edilmesinden bahsetti. Onun küçük dünyasına göre insanları suça iten fakirlik, toplum baskısı gibi şeyler değildi. Suçlular suçlu doğar, suç işler, mükemmel toplumu alt üst eder ve sorun çıkarır. Onlardan kurtulmak, toplumun temizlenmesi ve sorunların bitmesi için tek yoldur. Tıpkı resimdeki cüceler gibi...

 Müdürün bu düşünceleri oldukça tepki aldı. Yanlış hatırlamıyorsam hakkında soruşturma açıldı ve görevden alındı. Toplumun alışkın olmadığı, birinin bunları söylemesi değil, birinin bunları bu kadar açık söylemesiydi. Bütün vahşi hayvanların kuzu postuna büründüğü yerde, postu çıkaran hayvan günah keçisi seçilir.  Bu söylemlerin süslenip püslenip halka sunulduğu yerlerde bunları açıkça belli eden insanlardan hoşlanmazlar.
 Bugün medeniyetin Hitler'i lanetlemesinin sebebi, onun yaptıklarına karşı olması ve ya ondan utanması değil, onu ve onun gibi binlercesini doğuracak potansiyeli taşımasıdır. George Bush'un, Hitler'in ne kadar kötü bir adam olduğundan bahsettiğini düşünsenize. Ne komik olurdu değil mi?
 Hitler, Avrupa'da tarihin en büyük kıyımlarından birini yaparken kafasında ideal insan vardı. Onun önündeki bütün engeller yok edilmeliydi. İdeal insan, cüceleri sırtından atıp doğrulabilmeliydi. Bugün misyonerler,  radikal İslamcılar, Amerikan milliyetçileri vs vs bütün hepsinin kafasında, gelişmenin önündeki en büyük engel olarak dünyanın kendileri gibi olmayan geri kalanı vardır. Herkes, kurtuluşun ve mükemmel bir dünyanın anahtarını kendi ellerinde görür.

En büyük katliamlara yol açan hayali karakter bu ideal insandır. Kızılderililer katledilirken yaratılmaya çalışılan buydu. Emperyalizm, filmleriyle, çizgi romanlarıyla kendi ideal insanını bütün dünyaya pazarladı. Söylediklerine göre Amerikan askerleri, namluların ucunda ışık taşıyan medeniyet savaşçılarıydı.
Hepimiz Amerika'nın Irak'a medeniyet ve özgürlük için gitmediğini biliyoruz. Biliyoruz ama ne yazık ki emperyalizm, propagandalarında başarıya ulaştı. Güzellik algımız bile onların dayattığı tiplerden ibaret değil mi? Dünyaya onların medenileşmesinin gözünden bakmıyor muyuz?

 Soğuk Savaş yıllarının vazgeçilmezleri çizgi romanlar ve filmlerdir. 1950lerden Sovyetler yıkılana kadar nesiller Amerikan Kahramanları'yla büyüdü. Cesur, olağanüstü ve iyi niyetli Amerikan kahramanlarının dünyayı ele geçirmek isteyen kötü niyetli adamlarla savaşmasını anlatan filmler yıllarca en çok izlenen filmlerdi. Çünkü dünyayı huzura kavuşturmak ve cennete çevirmek için sırtındaki cüceleri atması gerekiyordu. İnsanları inandırmak için film ve inandırdığı insanlardan faydalanmak için savaş üretti.
 Çünkü Amerikan vatanseverleri yönetimlerinin, ideolojilerinin dünyayı cennete çevireceklerine inanıyorlardı ve yöneticileri insanları bu ideal insan tiplemesiyle kandırabileceklerini, her şeye razı edebileceklerini biliyorlardı.

 İnsanlar,dünyadaki kötülüklerin, bozulmuşlukların kendilerinden, kendi vurdumduymazlıklarından, kendi duyarsızlıklarından ve biat ettikleri sistemden kaynaklandığını kabullenmek yerine, hatalı genlere sahip insanlardan ya da bütün derdi gücü insanlığın huzurunu bozmak olan çizgi roman kötü adamlarından, dünyanın kendilerinin biat ettiği düzene biat etmeyen geri kalanından kaynaklandığını kabul etmeyi tercih ettiler. Çünkü bu sorumluluk almaktan daha kolaydı.
 Kropotkin'in bahsettiği senyör, rahip, asker, kral ve yargıç ittifakında bugün medyanın ve eğitim sisteminin rolü önemlidir. Eskiden krallar mutlak güce sahiplerdi ve halk bunu böyle bilirdi, şimdi ise halkın kendini mutlak güç sahibi zannetmesi için seçimler yapılıyor ve medya bu iktidar için önemli bir rol taşıyor. Çünkü medya olmazsa insanlar kötü niyetlilerin, hatalı doğanların kendi mükemmel yaşamları önünde ne büyük bir engel taşıdıklarını göremeyecekler! Eğitim sistemi olmazsa bu üstün insana nasıl ulaşacaklarını ve nasıl olmamaları gerektiğini, modern tanrılarına nasıl tapınacaklarını ve şeytandan nasıl uzak duracaklarını öğrenemeyecekler!

 Çünkü iyiler doğuştan iyi, kötüler doğuştan kötüdür. Kötüler, iyilerin, mükemmellerin önünde büyük engeldir. Siz sevgili mükemmel insanların, benim gibi hatalı doğan, art niyetli cücelerden kurtulmanız gerekir, refah ve huzur için yapmanız gereken budur.
 Komik geldi değil mi? Ama eğitim sistemi size bunu anlatıyor. Medya size bunu pazarlıyor. Egemenler size bundan bahsediyor. Yıllardır bunlarla uyutuldunuz. Siz baylar ve bayanlar, mükemmelsiniz! Biz işi bozuyoruz işte!

 Evet, toplumumuz, toplumlar hâlâ bunlara inanıyor. Dünyada gelişimin önündeki tek engelin kurtulunması ya da değiştirilmesi gereken bir kitle olduğuna inanan milyonlarca insan varken, Nazi döneminin propaganda afişlerini pek aşamamış olmamız şaşırtıcı değil.

20 Ekim 2012 Cumartesi

Tanrı Gerçekten Öldü Mü?




http://p.twimg.com/AvNJe4lCAAEzjMB.jpg
 Tanrı'ya inanmak ya da inanmamak bir tercihtir. İnsan mantıksal ya da duygusal sebeplerle tanrıya inanabilir ya da onu reddedebilir. Varlığını ya da yokluğunu tartışmayacağım, bunu tartışmanın artık anlamsız olduğunu düşünüyorum. Günlük hayattaki tanrıdan ve arasında su ile buz gibi bir ilişki bulunan baba'dan bahsedeceğim. Bugün bize anlatılan Tanrı, ataerkildir dolayısıyla baba ile doğrudan ilişkilidir. Tanrı'nın öldüğü söyleniyor, oysa tanrı ölmedi sadece şekil değiştirdi.
Acı bir gerçektir ki; çocukluk hastalıklarından kurtulamamış bir toplumda yaşıyoruz. Toplum kuralları, gelenekler, eğitim sistemi bu toprakların insanlarını bir çocukluk hastalığına mâhkum etmiş. Türk insanının ölürken ve vergi verirken sorun çıkarmaması için bir baba'ya ve bir tanrıya biat etmesi lâzımdı. Tanrı ve baba, tıpkı Hıristiyanlıktaki teslis inancı (baba-oğul-kutsal ruh) gibi bilinçlerimize yerleştirildi. Tanrı ve baba, ayrılmaz bir bütündü. Tanrı babayı, baba tanrıyı korumak zorundaydı çünkü babanın varlığı tanrıya bağlıydı ve tanrının bilinmesi babanın sorumluluğundaydı.

 Baba'nın ne olduğunu anladınız değil mi? Çocukluğumuzdan beri varlığımızın armağan olduğu yüce varlığı tanımakta zorlanmamışsınızdır eminim. Yine anlayamadıysanız bir reklamla yardımcı olayım.


 

 Hepimiz bir aileyiz. Bütün ülke bir aileye benzetilmiş ve bu ailenin barış içinde yaşaması gerektiği söylenmiş. Kulağa hoş geliyor değil mi? İnsanlar çatışmaya başladığı zaman bir baba ortaya çıkıyor yüksek otoritesiyle uyumu sağlıyor. Ne kadar farklı olursanız olun ne kadar düşünürseniz düşünün babanın otoritesi karşısında söz hakkınız önemsizleşiyor ve huzur adına söyleyeceklerinizden taviz verip bir kenara çekiliyorsunuz.
  Diktatörlerin ve zalimlerin en büyük bahanesi düzen ve barıştır. V For Vendetta'daki İngiliz halkı panik ve korku hâlindeyken onlara düzen ve huzur vaadeden Adam Sutler'a sarılır. Tıpkı bazılarının bugün ülkede iç savaş vardı, kardeş kardeşi vuruyordu, bir gecede bütün şiddeti bitirdi bahanesiyle ülke tarihinin en kanlı günlerini yaşatan generalleri yüceltmesi gibi.
 İnsanların bir otoritenin korkusunu taşıdıkları bir ortamda barıştan söz edilemez. Çünkü korkarak susan insanlar içlerinde bir öfke biriktireceklerdir. Otorite her zaman var olanı yok etme çabasındadır oysa var olan asla yok olmaz. Otorite, konuşanı anlamadan susturma çabasındadır çünkü birilerinin konuşması onun egemenliğini tehdit eder. Bütün bunları bir reklamdan çıkardığım için paranoyak görünmüş olabilirim. Ama reklamları hazırlayan insanlar yaşadıkları toplumu tanımak ve onlara hitap etmek zorundadırlar ve bu reklam çocukluk hastalıklarından kurtulamamış bir topluma hitap ediyor. Ayrıca biraz paranoya iyidir.
 Bundan birkaç yıl önceki domuz gribini hatırlarsınız. Bir türlü anlaşma sağlanamayan aşı konusunda röportaj yapılan bir adam "Büyüklerimiz olun diyor, onlar kötülüğümüzü istemezler, bir şey diyorlarsa doğrudur" demişti. Babanın şiddetine ve baskısına karşı çıkmaya cesaret edemeyen insan onu sevmeye ve ona mecburen güvenmeye başlar. Reklamdaki de mecburiyetten güvenilen ve sevilen bir babayı hatırlattı bana.
 Tanrıların düzeninde yaşıyoruz. Tanrı ölmedi ve insanlar onu tabiri caizse bir akıl hastanesinde yaşatmaya devam ediyorlar. Üstelik kurtulamadıkları zincirlerden gurur duyuyorlar. Korkularını kibirle bastırıyor ve onlara eziyet edene karşı bir sevgi duyuyorlar. Baba onları feda ettiğinde ve hayatlarını hiçe saydığında dahi buna karşı çıkmak şöyle dursun, bunu büyük bir gururla kabulleniyorlar. Çünkü bu babanın kanlarını içerek beslendiği ataları ölümü kabullenmişti. Çünkü bu organizmanın onlara darağaçlarında ölen atalarından miras kaldığına inanıyorlar.
 Tanrı, insanların imanı sayesinde yaşıyor. Ne zaman öldüğü zannedilse ruhu başka bir bedende ortaya çıkıyor.
 Şimdi bu babayı ya da yaygın deyimle Tanrı'yı öldürmekten bahsedelim.
  Tanrı'yı öldürmek! Kulağa hoş geliyor. Tanrı'yı öldürmeliyiz peki ne için? Özgürleşmek için mi? Yoksa yerine geçmek için mi? Şunu söylemeliyim ki; benim görüşüme göre Tanrı asla ölmedi. Sadece şekil değiştirdi daha doğrusu reenkarnasyona uğradı. Yani farklı şekillerde, farklı kalıplarda yaşamaya devam etti. Dindar olsun ya da olmasın, bir dine inansın ya da inanmasın insanlar tanrıya, tanrılara tapmaya devam ettiler. İnsanlardan tanrılar yarattılar ve onların ölümünü dahi kabullenemediler. Putlara dair değişen tek şey şekilleriydi ve insanların tapınmalarına dair değişen tek şey verdikleri isimlerdi. Çünkü put kırıcıları, birer Oidepus'tu. Kendilerine eziyet eden babayı öldürürken niyetleri özgürleşmek değil babanın yerine geçmekti. Çocukluktan asla kurtulamamış bir toplumun ilerlediği en son yer Oidepus Kompleksi'yse durum oldukça kötü demektir.
 Hükümdarlar, Tanrının egemenliğinden çıktıklarından beri tanrıyı yönetiyorlar. Modern zaman, politikacıların, hukukçuların, para babalarının, eğitim sisteminin ve medyanın organize bir şekilde tanrılar yarattığı ve halkın bu tanrılara inandığı zamandır.
 Tanrı, birileri tanrı olmak istediği sürece ölmeyecek. Bu yüzden asla ölmedi ve uzun süre ölmeyecek. Düzenler kurulacak, yıkılacak, tanrı şekil değiştirecek ve insanlar babanın gönüllü, söz dinleyen evlatları olarak savaşmaya, ölmeye ve öldürmeye devam edecekler. Babaların kavgasında çocuklar ölecek.

 Evreni yaratan bir Tanrı'yı reddetmek kendi başına bir şey ifade etmiyor. Herhangi bir düzeni reddetmek kendi başına birşey ifade etmiyor. Önemli olan bütün tanrılardan ve babalardan kurtulup özgür çocuklar olabilmek.
 İşte o zaman "Tanrı öldü" diyebileceğiz...


30 Eylül 2012 Pazar

"Hayvan Sever"ler ve Kâinatın Efendileri (!)(!)



 Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlannda, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.
Sait Faik Abasıyanık - Son Kuşlar

 Ne zaman birileri "Güvenlik"ten bahsetse midem bulanıyor artık. Çünkü insanlar bu kelimeyi kullandıkları zaman kendi ikiyüzlülüklerini açığa vuruyorlar. Kendilerini devamlı güçlü ve kusursuzmuş gibi ambalajlayan insanların aslında ne kadar korkak oldukları ortaya çıkıyor. Kendi kibirlerinin yarattığı tehlikelerden korkuyorlar, kibirlerini törpülemek yerine korktukları her şeyi yok etmek istiyorlar. Sebep? "Güvenlik!". Öyle bir psikoloji içindeki bu insanlar, kendilerini bir mikrop kadar yer kaplayamadıkları evrenin efendisi zannederken güvenlikleri pamuk ipliğine bağlı.
 En sonunda "tehdid"i kaldırmaya karar verdiler. Sokaklarda kediler ve köpekler olmazsa kendilerini daha güvende hissedeceklerine karar verdiler ve "uyutma"ya karar verdiler. "Uyutmak" ne tuhaf bir kelime... Cinayet işleyip kelimelerle masumlaştırmalarına bayılırım zaten.

 Kâinatın çıtkırıldım efendilerinden, tabiatın ambalajlı lordlarından bahsetmeden önce "hayvan sever" olarak tanımlanan insanlardan bahsedeyim. Bir tanesini çocukluğumdan beri tanıyorum. Bir sibirya kurdunu, bir soğuk iklim hayvanını stüdyo dairesine hapsedip sıcaktan telef ettikten sonra "hayvan sever"likten bahseden insanlar hep iki yüzlü gelmiştir. Ya da bir kediyi besleyip gergedan gibi şişirdikten sonra dışarı çıkmasına, çiftleşmesine dahi izin vermeyen insanın hayvan severliği bana hep sahte gelmiştir. Hatta hayvanları da bir kenara bırakalım eğer sevginiz bir canlı üstünde tahakküm kurmak, onun efendisi ve sahibi olmak üzerineyse, sahtedir.
Hayır, mesele hayvan beslemenin kötü birşey olması falan değil, bunu iddia etmiyorum. Kötü olan hayvanın doğasını bozmayı, onu telef etmeyi "hayvan severlik" olarak benimsemek.
 Kadıköy'ü bilenler hayvan pazarını bilir. 2004'e kadar meydandaydı. Her gün okuldan geldikten sonra giderdim. Süs köpeklerinden Güneydoğu Asya'dan getirilen papağanlara kadar bir sürü hayvan vardı. Hepsi doğal ortamından koparılmış, kafeslenmiş ve bir mal gibi insanların beğenisine sunulmuştu. İnsanlar hayvanları "uzaktan severken" hayvanların onların beğenisine sunulduğu kafeslerde acı çektiklerinin, çığlıklar attıklarının farkına hiç bir zaman varmadılar. Hayvanı bir tehlike olarak gören insanlar onlara çektirdikleri acıları hiç düşünmediler.
 Üstelik o hayvanları oraya getiren, satın alan, ömrünün sonuna dek evde bir kafes içinde yaşamaya mahkûm edenler "hayvan sever"lerdi.
 Sirkleri hiç kaçırmayan, eziyet çeken hayvanlara bakıp eğlenen, gülenler de "hayvan severler"di.
 Kırbaçlanan, sopalanan, hiç bir canlının hak etmediği işkenceyi sırf birilerinin eğlencesi için gören hayvanları hiç umursamayan, hayvan severliği evinde besleyip Fenerbahçe demeyi öğrettiği muhabbet kuşundan öteye gidemeyen insanları her zaman iki yüzlü bulmuşumdur. Çünkü bütün sorun hayvanı bir canlı olarak değil de bir "eşya" olarak sevmekle başlıyor.

 Eğer barınakların hâlini bilmeseydim, hayvanların sokaklarda değil de barınaklarda yaşamasını desteklerdim. Çünkü hayvanlar sokaklarda zor şartlarda yaşıyorlar. Üstelik işkence görüyorlar. Bu onları saldırganlaştırıyor ve bir "tehdit" hâline getiriyor. Ama hayvanların yaşaması için olduğu iddia edilen barınaklarda daha kötüsünü yaşıyorlar. Sokaklarda hiç değilse hayvanları düşünen, onlara iyi davranan insanlar var ama barınaklarda olduğundan emin değilim.
  Hayvanların vereceği zararlara karşı önlemler alınması istenilebilir ve istenmeli de. Peki insanların onlara verdiği zararlar için ne olacak?

 Sokak hayvanlarının öldürülmesine hepimiz tepki gösteriyoruz. Haklıyız! Onlara kötü davranan insanların olduğunu görmezden gelip onları bir "tehdit" olarak görmek aptallıktır ve bu aptallığın bedelini hiç bir canlı ödemek zorunda değil. Bu bir "cinayet". Köpekleri ve kedileri öldürmek bir cinayet. Peki yaban domuzlarını, geyikleri ve ördekleri "spor" olsun diye öldürmek? O cinayet değil mi? Öldürmek "uyutmak" olunca sevimli olmuyor da ne zamandan beri "av" olunca sevimli oluyor?

 Sorun sadece sokak hayvanlarının öldürülmesinde değildir. Elbette buna tepki gösterilmeli, şahsen yol parası bulabilseydim bu yazıya "bugün katıldığım eylem" diye başlamış olurdum. Ama bu bir bütün olarak düşünülmeli. İnsan kendini "kâinatın efendisi" zannettikçe, doğanın kendisi için var olduğunu zannettikçe bunlar olacak.

Bu arada güvenliği tehlike altında olan sevgili dostlar, siz hiç birşeyin farkında değilsiniz. Bugün sokakta yaşayan bütün köpekleri şehirden uzaklaştırsalar da, öldürseler de, Nazi kamplarını andıran barınaklara hapsetseler de güvende olmayacaksınız. Çünkü sırf heves için pet shoplardan alınan yavru köpekler "sahip"lerinin hevesi geçince yine sokağa atılacak, yine üreyecek ve insanlar yine onlara eziyet edecek, onlar yine saldırganlaşacak. Siz ve sizin gibiler zarar verdikçe zarar göreceksiniz. İnsan kendini "kâinatın efendisi" zannetikçe zarar görecek. Doğaya ne verirsen onu alırsın.
Şahsen günün bir saatini bağlı bir bekçi köpeğini kızdırmakla geçiren, kediler ve köpekler için konmuş yemek ve su kaplarını deviren, hayvanlara durduk yere tekme atan, kuyruklarından tutup fırlatan insanlar gördüm. Üstelik koca koca adamlardı.
 Ha bu arada belirteyim, çocukken bir köpek tarafından ısırıldım, iki yaz önce beni bir köpek sürüsü kovaladı ama bu hiç bir şeyi değiştirmez.

20 Eylül 2012 Perşembe

Albert Camus - Yoksayıcılık ve Tarih

 

 Yüz elli yıllık doğaötesi başkaldırı ve yoksayıcılık değişik maskeler altında ama inatla, hep aynı harap yüzün, insan karşı çıkışının yüzünün inatla geri döndüğünü gördü. Hepsi de koşula ve yaratıcıya karşı çıkarak yaratığın yalnızlığını, her türlü aktörenin hiçliğini bildirdi. Ama hepsi de gönüllerindeki kuralın egemen olacağı tümüyle yersel bir ülke kurmaya çalıştı aynı zamanda. Yaratıcının karşıtları olarak, yaratılışı kendine göre yeniden oluşturmaya yöneldi. Yarattıkları dünya için arzu ile gücün kuralı dışında her türlü kuralı yadsımış olanlar intihara ya da çılgınlığa koştular, yıkımın türküsünü söylediler. Ötekilere, kendi kurallarını kendi güçleriyle yaratmak istemiş olanlara gelince; gösterişi, görünüşü ve gücü ya da bayağılığı seçtiler; ya da öldürmeyi ve yıkmayı. Ama Sade ve romantikler, Karamazov ya da Nietzsche, sırf gerçek yaşamı istedikleri için girdiler bu ölüm dünyasına. O kadar ki ters etki sonucu bu dünyada çınlayan şey, kurala, düzene ve aktöreye yönelen acılı bir sesleniş oldu. Sonuçları ancak başkaldırının gerektirdiği gerilimden kaçıp da zulmün ya da kulluğun rahatlığını seçtikleri andan sonra zararlı ya da özgürlük-öldürücü olarak belirdi.
 İnsan ayaklanışı, yüce ve trajik biçimiyle ölüme karşı uzun bir başkaldırış, genelleşmiş ölüm cezasıyla yönetilen bu koşula karşı kızgın bir suçlamadır yalnız, yalnız böyle olabilir. Karşılaştığımız bütün durumlarda karşı çıkış, yaratılışta uymazlık ve kapalılık bir de süreklilik çözümü olan ne varsa ona yönelir her seferinde. Öyleyse gerçekte sonu gelmez bir birlik savı söz konusudur. Ölümün yadsınması, süre ve saydamlık isteği bütün bu yüce ya da çocuksu çılgınlıkların yaylarıdır. Ölümün korkakça ya da kişisel bir yadsınması mıdır bu? Bu ayaklanmışlar arasında birçokları, isteklerinin düzeyinde kalabilmek için gerekeni ödediklerine göre, hayır. Başkaldıran insan yaşamı değil, yaşamın nedenlerini ister. Ölümün getirdiği sonucu yadsır. Hiçbir şey sürekli değilse, hiçbir şey doğrulanmamışsa, ölen anlamdan yoksundur. Ölüme karşı savaşmak istemek, yaşamın alamını istemek, kural ve birlik için çarpışmak anlamına gelir.
 Doğaötesi başkaldırının temelinde bulunan kötülüğe karşı çıkma bu baımdan anlamlıdır. Başkaldırtıcı olan çocuğun acı çekmesi değil, bu acı çekişin doğrulanmamış olmasıdır. Ac, sürgünlük, tutukluluk, ne de olsa tıp ya da sağduyu bizi inandırınca kabul ettiğimiz şeylerdir. Başkaldırmışa göre, mutluluk anları gibi dünyanın acısının da eksik yanı bir açıklama ilkesi bulunmamasıdır. Kötülüğe karşı ayaklanma her şeyden önce bir birlik isteği olarak kalır. Ölüme yargılıların dünyasının koşulumuzun ölümcül ışıksızlığının karşısına başkaldırmış insan bıkmadan, yorulmadan kesin yaşam ve kesin saydamlık gerekliliğini çıkarır. Bilmese de bir aktörenin ya da bir kutsalın ardından koşmaktadır. Başkaldırı kör de olsa bir çiledir. O zaman başkaldıran insan kutsala saldırıda bulunsa bile bunu yeni bir tanrı umuduyla yapar. Dinsel deneyimlerin ilk ve en derininin çarpmasıyla sarsılır ama düş kırıklığına uğramış bir dinsel deneyim söz konusudur. Başkaldırının kendisi değil isteğidir soylu olan, elde ettiği daha iğrenç olsa bile.
 Hiç değilse elde ettiği şeyi bilmek gerekir. Var olanı tümüyle yadsımayı salt "hayır"ı tanrılaştırdığı her seferde öldürür. Var olanı körü körüne öldürür. Yaratıcıya duyulan kin ya da var olana duyulan tam ve kışkırtıcı bir aşk biçimine girebilir. Ama her iki durumda da öldürmeye varır ve başkaldırı diye adlandırılma hakkını yitirir. İki biçimde de yoksayıcı olunabilir ama her ikisi de "saltık"ta aşırılık ister. Görünüşe bakılırsa, bir lmek isteyen başkaldırmışlar vardır bir de öldürmek isteyen başkaldırmışlar. Ama aynı şeylerdir bunlar, bir gerçek yaşam isteğiyle yanıp tutuşurlar, varlıktan yoksun kalmış, o zaman genelleşmiş adaletsizliği yaralanmış bir adalete yeğ tutmuşlardır. Hoşnutsuzluğun bu derecesinde us kızgınlık olur. İnsan yüreğinin içgüdüsel büyük bir bilince doğru yürüdüğü gerçekse, gördüğümüz gibi evrensel öldürmeye doğaötesi cinayetle yanıt vermeyi kararlaştırdığı dakikaya dek, kör bir gözüpeklik olarak büyüdüğü de gerçektir.
 Ne olursa olsun, doğaötesi başkaldırının en önemli dakikasını belirttiğini kabul ettiğimiz öyle de olsa saltık yadsımada tamamlanır. Bugün dünya üzerinde parlayan ne başkaldırıdır ne de başkaldırının soyluluğu, yoksayıcılıktır yalnız. Bu yoksayıcılığın kaynaklarının gerçeğini gözden kaçırmadan, sonuçlarını belirtmemiz gerekir. İvan, Tanrı var olsa bile, insana yapılan adaletsizlik karşısında ona boyun eğmeyecekti. Ama bu adaletsizliğin kafada uzun uzun evrilip çevrilmesi, daha keskin bir alev, "var olsan bile"yi "var olmaya değmezsin"e, sonra da "yoksun"a çevirmiştir. Kurbanlar son cinayet için gerekli gücü ve nedenleri kendilerinde gördükleri suçsuzlukta aradılar. Ölümsüzlüklerinden umudu kesmiş, ölüme yargılı olduklarını kesinlile anlamş insanlar olarak Tanrı'yı öldürmeyi kararlaştırdılar. Çağdaş insanın tragedyasının bugünden sonra başladığını söylemek yanlışsa bugün bittiğini söylemek de doğru değil. Tam tersine bu öldürme çabası ta ilkçağ sonlarından başlayıp daha son sözlerini de söylememiş bulunan bir dramın en yüksek noktasını belirler. Bu andan sonra, insan Tanrı'dan yüz çevirmeye, kendi olanaklarıyla yaşamaya karar verir. İlerleme Sade'dan günümüze dek tanrısız kişinin kendi kuralına göre, şiddetle yaşadığı kapalı alanı gittikçe genişletmesi olmuştur. Bütün evren düşmüş ve kovulmuş Tanrı'ya karşı bir kale durumuna getirilinceye dek genişletilmiştir yasak alanın sınırları: İnsan başkaldırıdan sonra kapanıyordu; Sade'ın trajik şatosundan toplama kamplarına dek başkaldırmışın büyük özgürlüğü cinayetlerinin zindanını kurmaktan başka bir şey değildi. Ama sıkıyönetim gittikçe genelleşiyor, özgürlük isteği herkesi kapsamak istiyor. Öyleyse Tanrı iyiliğinin karşıtı olan tek krallığı, adaletin krallığını kurmak, Tanrısal topluluğun yıkıntıları üzerine insan topluluğunu kurmak gerekir. Tanrı'yı öldürmek sonra da bir kilise kurmak başkaldırının değişmez ve çelişkin eğilimidir. Saltık özgürlük en sonunda bir saltık görevler zindanı, bir ortak çile, kısacası bir tarih olur. Bir başkaldırı yüzyılı olan on dokuzuncu yüzyıl herkesin göğsünü yumrukladığı yüzyıla, bir aktöre ve adalet yüzylı olan yirminci yüzyıla çıkar böylece. Başkaldırının aktörecisi Chamfort çok önceden dile getirmişti bunu: "Nasıl danteladan önce gömlek gelirse, cömertlikten önce de doğruluk gerekir." Öyleyse kurucuların çetin aktöre kuralları uğruna lüks aktöreden vazgeçilir.
 Dünya imparatorluğuna ve evrensel kurala yönelen bu esrimeli çabayı ele almamız gerekiyor şimdi. Başkaldırının, her türlü köleliği teperek bütün yaratılışı kendine bağlamaya çalıştığı dakikaya geldik. Başkaldırının her başarısızlığında, ortaya politik ve fetihçi bir çözüm çıktığını daha önce de görmüştük. Bundan böyle, kazançları içinde bir aktörel yoksayıcılığı, bir de güç istemini benimseyecektir. Başkaldırı gerçekte yalnızca kendi varlığını fethetmek, onu Tanrı karşısında sürdürmek istiyordu. Ama kaynaklarını unutur, sonra da ruhsal bir sömürgecilik yasasına uyarak, sonsuza dek çoğalan cinayetler içinden dünya imparatorluğuna doğru yol alır. Tanrı'yı kovdu göğünden ama doğaötesi başkaldırı anlayışı açıkça devrimcilik akımıyla birleşince usdışı özgürlük iteği usu, tümüeyle insanca bulduğu biricik fetih gücünü bir silah olarak benimseyecektir. Tanrı ölünce insanlar, yani anlaşılması ve kurulması gereken tarih kalır. O zaman, başkaldırının göbeğinde yaratma gücünü de bastıran yoksayıcılık bu tarihin türlü yollarla kurulabileceğini belirtir. İnsan, bundan böyle üzerinde yalnız olduğunu bildiği yeryüzünde usdışının cinayetlerine, insanlar imparatorluğuna doğru yol alan usun cinayetlerini de katar. Korkunç erekler tasarlar, başkaldırının ta kendisinin ölümünü de tasarlar bu arada, "Başkaldırıyorum öyleyse varız"a, "ve yalnızız"ı ekler.

-Başkaldıran İnsan

12 Eylül 2012 Çarşamba

Carpe Diem



 Hayal ederken sınır tanımayan ama birşeyler yapmaya gelince imkânsızlıklardan bahseden insan. Senin en büyük hatan bu komik tembelliğin. Gelecek tasarısı yıllardan yıllara, hatta aylardan aylara değişen ve geleceği hiç gelmeyen, bugünden kaçıp bugünden kurtulamayan insan. Senin en büyük hatan hayallerin ve yaptıkların arasındaki bu dengesizliği önleyememendir.

 Geleceğin umutsuzluğundan ve karalığından bahseden sen, beyaz gelecek hayallerinden vazgeçmedin. Bir felâketin haberciliğini yaparken bir yandan dertsiz tasasız bir hayat düşledin. Gelecek bir cinayet diyordun. Gördüğün herkese bundan bahsettin. Meydanlarda deli gibi bağırdın. Ama cinayet işlenirken başka bir yerde olmanın hayalindeydin. Soğuktan ve kandan uzak, karanlıktan daha beyaz... Tıpkı yaşlılar soğuktan ölürken bir duvarın ardında terleyen insanlar gibi. Gördüğün ve önleyemediğin bir cinayette kanın senin de eline bulaşacağını unuttun. Hatırladığın hâlde unuttun. Senin en büyük hatan bu duyarlı vurdumduymazlığındır.

 İnsanlardan kaçtın ve ne kadar uzak olduklarından bahsettin. Yükseklerde uçtun ve ne kadar küçük olduklarından bahsettin. Farklı olmak istedin, farklıydın da oysa bunu kimse bilmiyordu. Zihninde bir ateş taşıyordun oysa onlar için küfreden bir deli kadar farklıydın. Evet anlamadılar belki ama sen de anlatmadın. Senin en büyük hatan kibrindir.

 Geleceğin ne olduğunu unutup bugünü boşverdin. Oysa sen hiç bir zaman gelecekte yaşamıyordun. Sen zamansız bir kurguda yaşıyordun. Başkalarının masallarından kaçtın ve kendininkilere inandın. Belki onurlu bir davranıştı bu ama onurdan bahsedemeyecek kadar zarar gördün. Geleceğin bir gün bugün olacağını anlayamadın, anlamak istemedin. Geleceği kurguladın, kurmadın! Senin en büyük hatan kurgularını zihninin gerçeküstülüğüne hapsetmendir! Orada yaşıyordun, hayallerinde yaşıyordun ama arzu ettiğinin gerçeği için bir çaba sarf etmedin. Senin en büyük hatan bu tembelliğindir.

 Oysa bugün. Çok basit, sadece bugün. Sen sadece bugün varsın ey hayalperest insan! Hayallerini kurgulamaktan vazgeç! Kur onları! Kurdukça zaman bir saat gibi işleyecek ve ektiğin tohumlar büyüyecektir. Yabandikeni tarlasında gülleri düşleme vaktin geçti. Toprak kurumadan ek fidanlarını ey insan. Çünkü bitecek. Toprağın yıkılacak ve saatteki kum dibe çökecek, kaçacak yerin kalmayacak...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Siyah Ahitler IV: Yalnızlık ve Yeni Üzerine

 
  Cehennemden kendi ateşini üstünde unutup kaçtığın günü hatırlıyorum. Senin için biçilmiş ateşten hırka paramparçaydı. Ama hâlâ üstündeydi. Kurtulana kadar ne sancılar çektin! Ne kadar zordu.
 Yalnızlığın ilk safhası ne kadar da zordu. Sen kolay zannediyordun, belki de bütün zorluğu bundandı. Onların yöntemleriyle eski köhnemiş dünyayı yıkacak ve yenisini inşa edecektin. Onların şiddetiyle, nefretiyle ve klasik lanetlemeleriyle kendine sınırlar oluşturup orada yaşayacaktın. Eski dünyaya alışık olduğu bir şeyi, nefreti karmaşayı yeniden getirecektin.

 Sana hiç kızamıyorum. Her şeyi aldılar ve sana sadece nefret bıraktılar. Bütün kelimelerini onun üstüne inşa ettin. Kendi dilini onun sesleriyle konuştun. Onların dünyasında nefret her şeyindi. Ona çok şey borçlusun. Eski bir dost gibi içinde taşıyorsun. Nefreti sev ve önemse ama unutma: bu hissi sana onlar verdi.

 Yalnızlıktan bahsediyorsun. Ne büyük bir yanılgı! Zihninde yaşayan kalabalıklar etrafında olmadığı sürece yalnızsındır ve zihnini bu gereksiz insan yığınından temizleyemediğin sürece yalnız kalacaksın. Işığın onlar olduğu sürece gözlerini karanlığa alıştır.

 Kalabalıklar senin evrenini daraltıyorlar. Neden uçsuz bucaksız  bir evrende dolaşmak yerine gökkubbeni daraltması için insanlardan yardım istiyorsun? Kaçtığın bu değil miydi? Dünyanı neden köhne zamanın mültecileriyle dolduruyorsun? Üstelik kendilerinin farkında bile değillerken. 
 İnsanları kabul etmek bir erdemdir belki ama ateşini onların kirli suyuyla söndürmek kendine karşı işleyeceğin en büyük günahtır! Benliğin, kendine karşı işlediğin günahları asla affetmeyecek.

 Sen affedilmeyen ve kabul edilmeyensin. Sen onların dünyasında şeytanın sureti ve lanetin sebebisin. Dünyanın en onurlu yalnızlığını yaşıyor ve omuzlarının arasında taşıdığın şeyin acısını çekiyorsun. Onun etkisiz olduğu bir dünyada sancısız yaşamaktansa bu kutsal acıyı kabul ettin. Bırak gitsinler. Bu geniş evrendeki dar dünyalarında yaşasınlar. Sen devam et...

10 Mayıs 2012 Perşembe

Yıkıma Yakın Bir Uyarı (6.Mektup)

 
  Ne kadar uzaklaşırsak, o kadar yakından görüyoruz. Altına boyalı ütopya şehirlerinizden uzaklaştıkça, üstüne kurulu oldukları zift ve çöplük yığınını daha iyi görüyoruz. Kaçmanız için sizi uyardık. Çünkü devasa binalarınız yıkılır yıkılmaz kendinizi bir zift yığını içinde bulacak ve belki de o ziftte boğulacaksınız. Oysa siz görkemli boyaların ihtişamına ve yerin yedi kat altındaki gökyüzü gezintisine o kadar kapılmıştınız ki, sesimiz sizin için ancak bir fısıltı olabildi. Bu yüzden sizi zifte batmış ağlarken, yardım isterken ve zift yığınının içinde eriyip giderken zevkle izleyeceğiz.

 Bizi cehennemle tehdit ettiniz. Oysa siz kendi cehenneminizde yaşıyorsunuz. O kadar acizsiniz ki, kendi cehenneminizi, kendi ızdırabınızı yaratmayı bile beceremediniz. Başkalarının sizin için yarattığı ızdırabı çekiyorsunuz ve kurtarılamayacaksınız. Kurtarılamazsınız, ancak kurtulabilirsiniz. Bunun bilincine varmadığınız sürece kurtarılmayı bekleyecek ve hayal kırıklığına mahkûm kalacaksınız.

 Siz, zamana ve doğanıza karşı çıkıp geri kalan her şeye boyun eğdiniz. Onlara boyun eğmeniz gerekmiyordu. Sadece kendiniz olarak devam edebilmek için uyum sağlamalıydınız. Ama siz, bütün hayatınızı zamana ve doğanıza karşı çıkmaya ve geriye kalan bir boyun eğme silsilesine adadınız. Onlarla uyum içinde yaşayabilir, hatta onlara hükmedebilirdiniz. Ama yapmadınız.

 Mutlu olduğunuzu zannediyorsunuz oysa avuntularınızı kaybettiğinizde öleceksiniz. Biz avuntularımızı kaybetmedik, onları bıraktık. Kendi avuntularımızı yaratıyoruz, ama bizi hayatta tutan bu değil. Ölüme asıl yakın olan, hayatı sevdiğini ve mutlu olduğunu söyleyen sizlersiniz. Boynunuza dolayıp kendinizi bırakacağınız urganı boyalı mutluluklarınızın ardında taşıyorsunuz.

 Bizden korktuğunuzu zannettiniz. Oysa korktuğunuz biz değildik. Korktuğunuz, yatağınızın altında olduğunu zannettiğiniz düşsel canavarlardı. Kendinize sahte ve görkemli bir dünya yaratmanın bedeli düşüncelerinize zincirlenmiş ve her yerde peşinizde dolaştırdığınız sadık korkularınızdı. Korkularınızla yüzleştiğinizde görkemin altındaki pisliği görecektiniz. Sahte de olsa mutluluğunuzdan daha çok saygı duymalıydınız onlara. Oysa siz yarattığınızı yok etmek yerine ondan kaçmayı tercih ettiniz.
 En trajiği de önce kurgulayıp sonra korktuğunuz kaçtığınız o büyük, o herşeyin farkında olan yaratıktı. Ondan korkup kaçarken, yarattığınızı görmezden gelirken ve içten içe var olmamasını isterken ne kadar da komiktiniz.

 Felâketiniz zannettiğinizden daha yakın. Boyun eğdikleriniz, ziftte yüzerken size yardım etmeyecek çünkü onlar da sizin gibi boğuluyor olacak. Yarattığınız gösteri tanrılarıyla aslında eşit olduğunuzu o zaman fark edeceksiniz. Boyun eğmek sizi kurtarmayacak ancak uyum sağlamak ve farkındalık... Sizi o iğrenç okyanustan çekip çıkarabilir. Bu bir tehdit değil, gelecekten gelen bir haberdir.
 Yıkılacak... Çünkü berbat yaptınız.