Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

19 Haziran 2013 Çarşamba

İllüzyonun Reddi (Özgürlük Temsil Edilemez)


"Üyeler tarafından istenmeyen faaliyetlerin engellenmesi umuduyla kurallar veya iç tüzük hükümleri kabul edilir. Liderlik meşru kaygıları ele alarak yola koyulur, ancak çok geçmeden güç sayesinde yozlaşır. Faaliyetlerin diğer üyelerden gizlenmesini veya aldatmacaların kullanılmasını gerektirse bile, kendisi ve örgütlenme için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri yapmaya başlar. Seçkinler kendilerinin dışlanmasını üyeler açısından güçleştirerek kendi yerlerini sağlama almaya teşebbüs ederler, ve sürekli olarak güçlerini arttırmak için çabalarlar. Seçkinler liderliğinin eleştirilmesini yasaklayabilirler, veya kendisine "sade" üyelerinkine baskın olan insan-üstü nitelikler atfedebilirler. En nihayetinde seçkinler artık üyelerin kontrolü altında değildirler, ve onlara meydan okunamaz. Örgütün tüm gücü ve kaynaklarıyla çılgınca etrafa saldırarak, ona karşı gelmeye cüret edenleri cezalandırabilir. Üyelik artık gönüllü değildir, örgütün yargı alanı içerisinde olduğuna karar verdiği herhangi bir şeyin sınırları içinde kalan kim olursa olsun bu ona dayatılır. Aslında zarar verilmesini engellemeyi amaçlayan yasalar ve otorite, seçkinler tarafından hedeflenen kimselere zarar vermenin bir aracına dönüştürülür."
-Ed Stamm - Rıza ya da Zorlama (Anarşist Bakış Çevirisi)

  Machiavelli Prens adlı siyasetnamesinde hükümdarın ayakta durabilmesi için baskı altında tuttuğu toplumun güvenini kazanması gerektiğinden bahseder. Hükümdar sert olmalı, egemenliğini devam ettirebilmek ve devletin devamlılığını sağlayabilmek için ahlâk ve kanun tanımaksızın her şeyi yapacak cesareti göstermeli ancak bunları yaparken halka kendisini bir iyilik meleği gibi göstermelidir. Çünkü ordu ne kadar güçlü olursa olsun, tebaası tarafından sevilmeyen bir hükümdar o koltukta kalamayacaktır.
Hükümdarın tanrının temsilcisi, ülkenin hükümdarın malı ve halkın hükümdarın kulu olarak algılandığı zamanlarda bile bu durum böyledir. Hükümdar kendisini halka iyi göstermek, onları yaptığı eylemlerin iyiliğine ve gerekliliğine inandırmak zorundadır.

 İktidar, kendini hükmedici değil temsilci olarak tanıtır. Kutsalın uygulayıcısı ve temsilcisidir. İlkel kabilelerde şef, aynı zamanda şamandı ve kutsal ruhlarla aracılık ettiğine inanılırdı. Kabile içindeki statüsünü bu inanca borçluydu. Krallıklarda ve imparatorluklarda lider tanrının temsilcisi ve emirlerinin uygulayıcısı olarak algılanıyordu. Ortaçağ'da gerek Hıristiyan gerek İslam devletlerinde hükümdarlar, dini liderler tarafından tanınıyor ve meşruiyetlerini onların verdikleri unvanlardan alıyorlardı. Bugün ise iktidar kendini halk iradesi olarak tanıtıyor. Halkın temsilcisi olduğunu, yetkisini halktan aldığını söyleyerek halka zulmediyor. Önceki yazımda bahsettiğim gibi, bu o iktidarın ve ya bu partinin politikasından çok, devletin gerçek yüzüdür.
Çünkü iktidar hiç bir zaman temsil ettiğini söylediği şeyleri umursamaz. Tüm bunlar iktidarın meşruiyeti değil, sadece kalkanıdır. İşte burada imgeyi anlamak gerekir.
 Jean Baudrillard, kitlelerin tanrı düşüncesini değil tanrı imgesini benimsediğini savunur. Çünkü kitlelerin sahip olduğu bu tanrı inancı, kurumsallaşmış bir dinin ve kilisenin dışına asla çıkamamıştır. Bu imgesel tanrı, kitlelere kilise törenleri, şehit ve aziz masalları ve bunun gibi sembolik şeyler verir. Kitleler putperest doğmuş ve putperest kalmışlardır. Bir inanç, dava ve ya lider adına ölürken dini bir büyücü gibi gösterişli bir şekilde kullanarak emmişlerdir.*
 Bu imgesel tanrının dinlerin tanrısından ibaret olduğunu zannetmiyorum. Çünkü iktidar kavramları dejenere ederek kendine bir imge yaratır. Topluma o imgeden aldığını yetkiyle hükmeder. Halka hizmet etmek için geldiğini söylese de, külliyen yalandır. Bir evde hizmetçi olarak çalışan birinin ev halkını keyfi olarak dövmesi nasıl hayal edilemezse, halka hizmet için gelmiş birinin hizmet etmekle yükümlü olduğu halka zulmetmesi ve yaşamların kısıtlaması da hayal edilemez. 

 Kısacası, iktidarların tarih boyunca imgeleri olmuştur. Bu imgeler inançların, kavramların, düşüncelerin, ideolojilerin dejenere edilip içinin boşaltılmasından, anlamını yitirmesinden ibarettir. İktidarın kullandığı inanç, ideoloji nasıl anlamını yitirip aslında olduğundan farklı bir şeye dönüşüyorsa (bkz. Kuzey Kore) halk iradesi de iktidar için bir göz boyamadan ve imgeden ibarettir.

 Bugün halktan yetki aldığını söyleyerek zulmeden bir iktidarla karşı karşıyayız. Bütün caniliklerini ve hukuksuzluklarını seçim sandıklarıyla ve istatistiklerle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bunu iktidardaki kişinin art niyeti ve ya narsistliği ile yorumlamak doğru olsa bile, tek başına yeterli değildir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, gücün ve hükmün kendisine verilmesiyle tiranlaşacaktır. Bugün yaşadığımız iktidardaki kişinin tutumuyla ilgili olduğu kadar halkın sandığı irade gösterilen ve düşüncenin belli edilebileceği tek meşru yer olarak görmesiyle ilgilidir.

 Hepimiz oy vermenin ve kendimizi temsil edecek birini bulmanın özgürlüğün tek yolu olduğuna inandırıldık. Kendimizi ifade edebilmemiz için takım elbise giyen ve ağdalı konuşan bir temsilci bulup sandıkta onun adına ve ya tüzüğü ve propagandası hoşumuza giden bir partinin amblemine mühür basmamız gerekliydi. Milyonlarca insanın beş yüz küsür kişi tarafından temsil edilebileceği ve bunun toplumsal irade olduğu gibi komik bir yalana inandırıldık.
Parlamento ve seçim sadece kendimizi yöneteni seçtiğimize inanmamız için var olan komik bir tiyatronun parçalarıdır. Seçim aynı zamanda özgürlüğü ve bireysel iradeyi pasifize etmenin yoludur. Toplum, iradesini sandıkta gösterdiğine inanarak bütün özgürlük ve hak arayışlarından pasifize edilir. Böylece sandık sonuçları iktidarın bütün zorbalığının bahanesi hâline gelir.
 Eski Yunan demokrasisinde oy vermek sadece seçkinlerin (şehirde yaşayan özgür, kentli erkeklerin) hakkıydı. Dolayısıyla irade seçkinlere aitti. Bugün oy verme hakkına hepimiz sahip olsak da irade hâlâ seçkinlere ait. Bizim bu yanılgımız ayrıcalıklı bir sınıf yaratmış durumda. 
Kısa zaman önce milletvekillerinin maaş zammını öneren yasayı hiç bir sorun olmadan onaylaması gündemdeydi. Her konuda birbirlerine giren, tekmelerle ve tokatlarla saldıran, hakaret eden milletvekilleri söz konusu maaşları ve ayrıcalıkları olduğunda bir araya geldiler. Onlara bu yüzden kızmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum çünkü yaptıkları tek şey kendi sınıf mücadelelerini vermekti. Seçilmiş, yalıtılmış ve ayrıcalıklı bir konumdayken, yakınları bile toplumun geri kalanından daha ayrıcalıklıyken bu insanların fazladan birkaç bin lira istemeleri anormal değildir. Çünkü onları irademizin tek yolu olarak görmek, yapacakları bütün şimarıklıkları kabul ettiğimiz anlamına gelir.

 Halk, iradesini sandıktan ibaret gördüğü sürece iktidarda kim olursa olsun diktatörleşecektir. Bütün iktidarların temelde aynı olduğunu düşünüyorum, iktidarın reflekslerini ise halk belirler. Halk yönetilmeye hazır bir hâldeyse dikta doğal bir sonuçtur.

 Bugünlerde bu irade yanılgısını yenmenin önemini anlamamız gerekiyor. Son zamanlarda yaşananları bir parti/hükümet meselesine indirmek bu yüzden tehlikelidir. Çünkü dikta AKP'nin gelmesiyle başlamadı ve gitmesiyle bitmeyecek.
 Eylemlerin iktidarı korkutmasının en büyük sebebi insanların bu illüzyonun sahteliğini fark etmeleri ve iradesini kendilerine çizilen sınırlar dışında göstermeye başlamış olmalarıdır. Ancak söylemler iktidar üzerine yoğunlaşır ve mesele buraya indirgenirse bu komik döngü tekrarlayacaktır.
 Bugün sahip olduğumuz haklar ve özgürlükler bize verilmedi. Sekiz saatlik çalışma ve haftasonu tatili gibi haklar bile uzun mücadeleler sonucu alındı. Dolayısıyla iktidardan haklarımızı vermesini beklemek komik bir beklentidir.
 Parklarda yapılan forumlar bu yüzden önemlidir. Halkın doğrudan irade göstereceği bu forumlar yaygınlaştırılmalıdır. Böylece bu mücadele belli bir kesimin mücadelesiymiş gibi görünmekten çıkacaktır.

 İktidar kontrol edemediği bizleri sindirmek için elinden geleni yapmaya devam edecek. Kolluk kuvvetlerini üstümüze sürecek, savcılarıyla ve hukukla gözümüzü korkutacak, sopalı kenar mahalle milisleriyle bizi yıldırmaya çalışacak. Ancak tüm bunların boşa çıkacağını göreceğiz. Çünkü kaybetme korkusu taşıyan bir iktidar, karşısındaki harekete olağan gücüyle saldırmaya başlar. 12 Eylül'de kitapların yakılması boşuna değildir, çünkü zorbalığı sona erdirecek olan şey bilinçtir. Bilinci engellemeyen iktidar ise bilinçlenmiş ve ya bilinçlenmekte olan insanlara var gücüyle saldırır. 

 Durum böyleyken meseleyi iktidardaki isimlerin değişmesine indirmek bir bilinç bunalımına yol açar. Kimse tarafından temsil edilmeyeceksiniz. Özgürlüğünüz tahta sandıklarda gerçekleşip politikacılar tarafından dile getirilmeyecek kadar değerlidir. O size verilmez, zaten sizindir ve yapmanız gereken sizin olan yaşama hakkını geri almaktır.

*Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, İstanbul 1991, Ayrıntı Yayınları, s.10-11

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder