Roma’nın ve Mısır’ın görkemli tanrıları,
semavi dinlerin tanrısı karşısında dayanamadı. Bir zamanlar Hıristiyanları diri
diri yakan Roma zamanla Hıristiyanlığın yegâne savunucusu hâline geldi. Olympos
Dağı’nda yaşayan tanrılar, büyüyen krallıkların ve imparatorlukların
ihtiyaçlarını karşılamıyordu. İmparatorun yeryüzünde tek egemen olma isteğini
meşrulaştırabilmesi için gökyüzünde tek tanrı olmalıydı ve bu tanrının yeryüzünde
temsilcileri olmalıydı.
Ortaçağ Kilisesi bir zamanlar Tanrı’nın yegâne
temsilcisiydi. Tanrı adına insanları aforoz etme ve cezalandırma yetkisine
sahipti. İran’ın şahı ve Osmanlı’nın sultanı Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi.
Dünyanın hemen hemen her yerinde krallar meşruiyetlerini gökyüzünde yaşayan
despot bir tanrıdan alıyorlardı. Ders kitaplarımızda aydınlanma olarak anlatılan hareketle bu kurumlar güçlerini
yitirmeye başladılar. İnsan maddeyi ve yaşamı keşfettikçe kendisine Tanrı adına
konuşan sınıfların sahtekârlığını anlaması zor olmadı. Ancak bu bilinç zamanla neredeyse
eskisinden daha dogmatik ve daha akıldışı bir düzene dönüştü.
Protestan ahlâkı, diğer mezheplerin aksine
Altın Çağ’ın dünyanın tanrısallaştırılarak başlayacağını savunur. Bu görüşe premillenarizm adı verilir. İsa gökten
inip inananları kurtarmayacak, aksine inananların tüm dünyayı kurtarmasından(!)
sonra fiziksel olarak inecektir. Reform hareketleriyle başlayan bu dünyevileşme
insanları Vatikan’ın kör inançlarından kurtardıysa da yeni kutsalların
yaratımına sebep olmuştur. Öteki dünyanın önemi azaldıkça dünya kutsallaştı ve
yeryüzü yeni totemlerin tapınağı hâline geldi.
Türkiye, İtalya, Almanya, Endonezya gibi
ülkelerde yenilik hareketleri eskisinden daha despot rejimlere, tanrılaşan bir
devlete ve milyonların gölgelerinde kaybolduğu neredeyse mitolojik kahramanlara
dönüştü. Almanya’daki milyonlar Hitler’in konuşmalarında kendinden geçmeye
hazırdı çünkü Bismark döneminden beri çalışmanın bir orduyla savaşmak kadar
kutsal olduğunu, insanın değerinin ancak ülkesi için çalışmasıyla
ölçülebileceğini benimsemişlerdi. Nazi kamplarının kapısında Çalışmak Özgürleştirir (Arbeit Macht Frei) yazılması
bu yüzden tesadüf değildir. Avrupa’da ulus-devletlerin tanrılaştığı bir çağ
inşa edilirken okyanusun diğer yanında Benjamin Franklin, yararlı olanın
erdemliliğini ve buna bağlı olarak para kazanmanın kutsallığını öne sürüyor,
modern bir imparatorluk bu düşünceler üstünde yükseliyordu.
Çağımızın kutsalları bu değerler üzerine
kuruludur. Dünya bir cehenneme doğru gidiyor ve cehennem insanların bağıra
çağıra acı çektikleri bir yer değil, içinde bulundukları pisliğin farkında
olmadıkları bir yer olacak. Zamyatin’in Biz
romanında ya da Orwell’ın meşhur 1984’ünde olduğu gibi insanların köleliklerini
mutlu bir şekilde benimsedikleri ve özgürlüğün bir hakarete dönüşeceği bir
düzenin, kötü bir kâbustan fazlası olmadığını söylemek imkânsız.
Kapitalizm ve yararlı olanın erdemi bütün eski değerleri tahtından etti. Dinler
zaten iktidarların kullanışlı aracı olarak var olmuşlardı ama ancak kapitalizm
faizi haram ilan eden İslam dünyasına banka zincirleri açtırabilirdi.
Dinler ne
kadar milyarlara hitap etseler de yok olmaktalar. Bugün bile hâli hazırda
dünyanın birçok yerinde sembolik ve ideolojik anlamlar dışında bir şey ifade
etmeyen dinler, bundan birkaç kuşak sonra varlıklarını sürdürseler bile
zayıflayacak ve güç kaybedecekler. Ancak bu despot inanışların yok oluşu,
insanın özgürlüğü adına değil öncekinden daha tehlikeli bir köleliğin
benimsenişi adına olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder