Polis;
bilincini koşulsuz itaatin ve şiddetin emrine vermiş, itaat etmek ve şiddet
uygulamak dışında bir bilince sahip olmayan robotik bir canlıdır. Politikacıların,
sermayedarların, zenginlerin kendilerini korumak için saklandıkları etten
duvarlardır polis teşkilatları. Gezi’den sonra hepimiz bunu gördük ve
deneyimledik. Polis, iktidardan ve iktidarın ideolojisinden bağımsız olarak,
doğası gereği kötüdür. Dickens’ın İki
Şehrin Hikâyesi öyküsünde devrimden önce Jakobenleri ve devrimden sonra
kralcıları fişleyen casus polisin ruh hâlini en iyi yansıtan karakterlerden
biridir.
Polis teşkilâtları, dünyanın her yerinde aynı
yapıdadır ve aynı işi yaparlar. Yahudi gettolarında Naziler için çalışan Yahudi
polislerinden, Los Angeles’ta insanları siyahî olduğu için döverek öldüren
Amerikan polisine kadar hepsinin zihninde itaat ve bu koşulsuz itaat
duygusundan kaynaklanan şiddet isteği vardır. Ancak polis şiddeti ve bunun
yoğunluğu tek başına polisin yapısıyla ya da emniyet ve hukuk zaaflarıyla
ilgili değildir.
Polis, Türkiye’de olduğu gibi insanları
öldürüp işin içinden çıkabiliyorsa, hatta darp ettiği insanları hukuk
karşısında suçlu durumuna düşürebiliyorsa bu aynı zamanda bir zihniyet
sorunudur. Türkiye’de sorun polisin uyguladığı şiddetten çok, bu şiddeti
uygulamaktaki rahatlığı ve güveniyle ilgilidir.
Metropolis belgeseli, Türkiye’deki polis
şiddetini ve bu şiddetin hukuksal, ideolojik kökenlerini anlatıyor. Hukukçular,
akademisyenler, insan hakları aktivistleri ve şiddet mağdurlarıyla yapılan
röportajlardan oluşan bu belgesel, hepimizin yaşadığı ve ya bir şekilde
tanıştığı şiddetin temellerine ışık tutuyor. Ancak bunlar sadece hukukçuların
ve akademisyenlerin değil hepimizin kafa yorması gereken konulardır.
Polisin egemenliği şüphesiz ki Türk insanının
devlet ile olan ilişkisiyle başlar. Muhafazakâr ve ya seküler, ortalama bir TC
vatandaşının zihninde devlet neredeyse tanrıyla eşdeğer bir kavramdır. Varlığını
neredeyse mitolojik bir kahramana dönüşecek Mustafa Kemal’in olağanüstü
çabalarına ve ya yedi kat gökten inip Çanakkale’de Türkler lehine savaşan
meleklere borçludur. Türkiye’de devlet üzerinden dönen tartışma, bu kurumun
gerekliliği ve ya gereksizliğiyle değil bir kutsalın biatı ve ya reddiyle
ilgilidir. Devlet, modern mitler ve bitmek bilmeyen goygoylar üzerine kurulu
bir kutsaldır.
Belgeselde de belirtildiği gibi, polisin
kendini neredeyse tanrı olarak gördüğü iki ülkeden biri Türkiye diğeri ise
Japonya’dır. Bu iki ülkenin modernleşme serüveninin ve ulus inşasının birbirine
ne kadar benzediğine bakınca sebebini anlamak zor değil.
Japonya, 1800lü yıllarda Meiji Restorasyonu adı verilen bir modernleşme sürecine girişti.
Devlet, kendi resmi dinini yarattı ve bu değişimi reddeden isyanları şiddetle
bastırdı. İkinci Dünya Savaşı’nda Miğfer Devletler safında yer alan Japonya’da
devlet Türkiye’de olduğu gibi kutsal kabul edildi. Bugün bir çoğunun teknolojik
başarılarına gıpta ederek baktığı hatta seküler ve ya muhafazakâr
milliyetçilerin neredeyse model olarak gösterdiği Japonya, ekonomik refahına
rağmen intihar oranlarının en yoğun olduğu ülkelerden biridir. Birey, devletin ve
toplumun kasveti karşısında ezilmiştir ve önemsizdir.
Türkiye’nin de buna paralel bir modernleşme
yaşadığını söylemek zor değildir. Osmanlı aydınının temel sorunu devletin nasıl
kurtarılacağıydı. İnsan yaşamı, insan hakları gibi meseleler Osmanlı aydını
için ikinci plandaydı çünkü o devleti tarihi köklerinden çıkararak tapılacak
bir nesne hâline getirmekle meşguldü. Zaten hâlihazırda sultanını Zillullah’ı Fi’l Arz (Tanrı’nın yeryüzündeki
gölgesi) olarak gören bir devletin yıkıntılarından doğan TC, bu hastalıklı
modernleşmenin ürünü olarak doğdu. Zannedilenin aksine eskinin büyük
değişimlerle yıkılması değil, var olan modernleşmenin yönetmelik
değişiklikleriyle devam ettirilmesi söz konusuydu.
Şüphesiz ki eğitim sistemi ve resmi ideoloji
buna göre şekillendi. İtalya ve Almanya’daki baskıcı rejimlerle paralel
kanunlar ve söylemlerin bugün ilerici
olarak bilinen bir kesim tarafından savunulması tesadüf değildir. Çünkü
devletperestlik, ilerlemenin tek yolu ve varlığın amacı olarak görülmüştür.
Gelgelelim, bugün resmi ideolojinin reddi
değil biraz farklı bir sosla sunulması söz konusu ve mevcut iktidar kitlesini
30lu yılların söylemlerine benzer nutuklarla gütmekte. Devletin insan
hayatından daha önemli olduğu bir yerde üçüncü hava alanının bir çocuğun
ölümünden daha önemli olması şaşırılacak bir şey değildir.
Şüphesiz ki polis, toplumun kodlarını had
safhada taşıyan bir canlıdır. Dr.Clive Morris’e göre güvenlik kameraları,
operatörlerin saygıya değmez olduğunu düşündükleri kişilerin üstüne daha fazla
düşer böylece ekonomik ve ya sosyal olarak marjinal görülen insanlar daha kolay
etiketlenmiş olur[1].
Polis de toplumda öteki olarak kabul
edilen LGBT bireylerin, Kürtlerin, gayrimüslimlerin, göçmenlerin, politik ve ya
kültürel olarak toplumun genel kodlarına uymayan insanların üstüne daha çok
düşecektir. Şüphesiz ki bu cesareti toplumun kendisinden olmayana duyduğu
kayıtsızlıktan almaktadır. Polis şiddeti burada sadece kurumun yapısıyla ilgili
değil, TC’deki otel yakan ve kafa kesen linççi kalabalıkların zihniyetini
paylaşmasıyla ilgilidir.
Sonuç olarak;
polis bu kutsalın aracı olarak tanımlanır ve bu sorun AKP hükümetiyle başlayan
bir şey değil, topyekün bir zihniyetin hatta ülkenin temelleri üstüne kurulduğu
sakat modernleşmenin sonucudur.
Devlet tanrılaştıkça devletin kurumları
tanrının kutsal savaşçıları olarak anılacak, polis şiddeti belki el
değiştirecek ama farklı kesimler üzerinde devam edecektir. Bunun engellenmesi
ancak tanrı-devlet zihniyetinin tasfiyesiyle mümkündür. Devlet, başlı başına
bir angaryayken onu tanrılaştırmak insanlığı ancak felâkete sürükler; bu bir
teori değil hepimizin deneyimidir.
[1] Dr.Clive
Morris, Gary Armstrong, Laura Hawskworth, The
Suspicious Eye, Hull Üniversitesi Kriminoloji Merkezi, 1998
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder