Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için dikilirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir

-Max Horkhaimer

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Siyon'un Şafağında "İnsansız Topraklar"

 





Dini kitaplar, bir coğrafyayı işgâl edip yaratılan modifiye bir tarih yazımı üzerinden haydutluk yapabilmek için oldukça kullanışlıdırlar. Güney Afrika’yı işgâl eden ve yerli halkı köleleştiren Bauerler, yaşadıkları yerlerin vaadedilmiş topraklar olduğuna inanıyorlar ve bu söylemlerini Tevrat’a dayandırıyorlardı. İnsanlık için kabul edilemez bir ideoloji olduğu söylenen –öyle olduğunu reddedemeyiz- Apartheid rejimi yıkılmışken, başka bir vaadedilmiş toprak üzerinde bir grup kutsal insan cinayetler işlemeye devam ediyor.

 Avrupa’nın gettolarına hapsedilen, Ortaçağ İspanya’sından Çarlık Rusyası’na kadar sayısız sürgüne ve katliama, en sonunda Holocaust’a maruz kalan Yahudilerin, Tevrat’taki vaadedilmiş topraklarda özgürce yaşamayı düşlemeleri şaşırtıcı değildi. Ancak İsrail’in bugünlerde yaptıkları ne Yahudilerin yüzyıllardır yaşadığı acılarla ne de bugünlerde ülkemizde de sıkça yayılan bir bilinç bunalımı olan anti-semitizm ile açıklanabilecek durumda değil. 

 Devletin kuruluşunu 1897’de Basel’de yapılan “Birinci Siyonizm Kongresi”ne ve başta Theodor Herzl olmak üzere Yahudi fikir adamlarının, Yahudilerin hayatta kalabilmesinin tek yolunun kutsal topraklara dönmek olduğu konusundaki fikirlerine dayandırabiliriz. Holocaust’tan sonra dini ve milliyetçi fikirlerle iyice bilenen göçmenler, varlıklarını sürdürebilmek için tek çarenin meşhur kutsal ülkeyi kurmak olduğuna inanarak silahlı bir mücadeleye giriştiler. Ancak girişilen bu mücadele bir bağımsızlık savaşından çok, tarihi söylemlere dayanan bir işgal girişimiydi. Bölgedeki Yahudi nüfusunun artması ve devletin meşruiyetinin sağlanması için Filistinlilerin yok edilmesi gerekiyordu.

  İsrail, bölgede bin yıldır yaşayan Filistinliler hiç yokmuş gibi, buraların “Topraksız İnsanlar İçin İnsansız Topraklar” olduğu söylenerek kuruldu. Vaadedilmiş Topraklar hikayeleri üzerinden bir mitoloji yaratıldı ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen Yahudilerin, evlerine döndüğü, kendilerinin olan toprakları geri aldıkları, Filistinlilerin ise topraklarını gönüllü olarak terk ettikleri söylendi. Resmi ideoloji ve meşruiyet, inanabilmek için ciddi bir bilinç yitimi gerektiren bu masallar üzerinde şekillendi. 

Bir çocuğu gözünü kırpmadan öldürebilen İsrail askeri ya da Gazze bombalanırken şehri izleyen tepelerde milliyetçi histeri nöbetleriyle dans eden İsrailli, kendisine yaptığının sebebi sorulduğunda bir devletin katliam yasası hâline getirilmiş dini hikayelerden bahsedecek, hatta kuşaklardır bu topraklar üstünde yaşayan Filistinlilerin burada işgalci olduğunu söyleyecektir. Belki de zihniyet olarak pek uzak olmadığı Nazilerden, Engizisyon mahkemelerinde yakılan Yahudilerden ya da Eski Ahit’teki hikayelerde İbrahim’in koyunlarını çalan Filistinlilerden bahsederek bu katliamları meşrulaştıracaktır. 

 Sorun, bizzat İsrail’in temellerini dayandırdığı söylemlerdedir. İsrail tıpkı Nazi ve Apartheid rejimleri gibi üstünlükçü ve hastalıklı düşünceler üzerine kuruludur. Belli bir millete dahil olmadıkları için insanların öldürülmesini meşru görmek hatta bir temizlik olarak algılamak ancak milliyetçiliğin yarattığı halüsinasyonlar ile mümkün.

9 Mayıs 2014 Cuma

Distopyaya Doğru II: Sivillerin Militarizmi


Silah başına vatandaşlar
Taburlarınızı oluşturun
Yürüyelim, yürüyelim
Saf olmayan düşman kanı
Tarlalarımızı sulayana kadar
*La Marseillaise (Fransız Ulusal Marşı)


 Darbe dönemlerini hepimiz karanlık dönemler olarak okur ve hatırlarız. Bu dönemler kışla disiplininin bütün ülkeye yayıldığı dönemlerdir. Asker insanların hangi gazeteleri okuyacağından yolda kaç kişinin birlikte yürüyeceğine kadar karar verme yetkisini kendinde bulur ve bu konuda güç kullanmaktan çekinmez. Binlerce kişi öldürülür, işkenceden geçirilir, kayıplara karışır ve vatan sağ olur!

 Birey, asker olarak yetiştirildiğinde ordu bütün toplumu disiplin altına alma çabasını meşru görecektir. Okullardan hastanelere kadar her yerde bir kışla disiplini söz konusuysa, komutanlar bütün toplumu emir erleri olarak görmekten çekinmezler.

Kışlalar devletin kendi yurttaşına savaş esiri muamelesi yaptıkları yerlerdir. Köleleştirilip orduya dâhil edilen savaş esirlerinin yerini kendi varlığını vatana feda etmeye ikna edilmiş yurttaş almıştır. Asker, parka, postal ve silahı taşıyan bir canlıdan ibarettir ve üstündeki her şeyden daha değersizdir. Yaşam hakkının yerini silahın kutsallığı ve iradesinin yerini komutanın hönkürmelerine duyulan itaat almıştır. Askerlerin ölümü büyük bir vicdan gösterisine dönüşse de yüksek rütbeliler için ölen asker kırılan bir eşyadan daha değerli değildir.

 Ordular varlıklarını bu kölelik düzenine borçlulardır. Ancak kışlanın dışındaki militarizm içindekinden daha tehlikelidir. Askere giden yakınını büyük şölenlerle uğurlayan insanların ahlâkı, bir generalin savaş hırsından daha tehlikelidir.

  Şüphesiz ki Foucault, okullardan hastanelere bütün kurumların kışla düzeniyle işlediğini söylerken haksız değildir. Militarize olmamış yurttaş, ordu için düşman ülkenin ordusundan daha tehlikelidir. Kurumların işleyişi bu yüzden sivillerin askerleşmesi ve bütün yurttaşların kendini bir asker disiplininde hissetmesi kadar önemlidir. Tüm bu işleyiş içinde resmi ideoloji, Mankurt’un kafasına yapıştırılan ceylan derisi gibi[1]  zihnimizdedir.

 Faşizm kelimesi Roma’nın bütünlüğünü simgeleyen fasces sembolünden gelir. Birbirine bağlanan uzun silindirler halkın tek vücut olmasını ve bunların başına konan balta lideri sembolize eder.[2]

 Roma’dan Bismark Prusyası’na, Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye kadar iktidarlar yurttaşlarına bu düşünceyi benimsetmeye çalışmışlardır. Ülke, devletiyle ve toplumuyla düşmanlara karşı savaşması gereken bir bütündür ve nasıl bir boksör yumruk atarken elinin fikrini almıyorsa, yurttaş da devletin gösterdiği hedefe karşı sorgulamadan gitmelidir. Militarize olmayan, devletin ve toplumun genel görüşlerine uymayan insanlar vücudun parazitleridirler, devlet ve militarist toplum, onlara iyileştirilmesi ya da temizlenmesi gereken canlılar olarak bakar.[3]

 Şüphesiz ki yaşamın önemsizleştiği yerde ölüm kutsallaşacak, kitleler “Viva La Muerte” ve “Vatan sana canım feda” gibi sloganlarla kendilerini ve başkalarını feda etmeye hazır hâle geleceklerdir. Faşizmin kökeninde militarizm yatar. Militarist eğitim dünyayı dost ve düşmanlardan ibaret olarak gören semboller karşısında ölmeyi göze alan insanlar yetiştirir. Şüphesiz ki kendi hayatını değersiz gören bir insan, kendisi gibi düşünmeyen birini öldürmekten ve ya işgal ordusunun bir üyesi olarak gittiği ülkede çocukları katletmekten çekinmeyecektir.

  Sonuç olarak; silahlara tapan yığınlar silahların varlığından daha tehlikelidir. Silahlar ve semboller kutsallaştıkça hayatlarımız onların gölgesinde birer teferruata dönüşecektir.



[1] Bir efsaneye göre Avarlar ele geçirdikleri düşmanın kafasına ceylan derisi yapıştırıp onu bir çölde bırakırlardı. Saçları içeri doğru uzayan esir, bilincini yitirir ve söylenilen her şeyi yapan bir köleye dönüşür. Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında bu efsaneden detaylıca bahsedilir.
[2] Serdar Kaya, Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği, Nirengi Kitap Yayınları, İstanbul 2011, syf.188
[3] Costa Gavras’ın “Z” filminde, faşist bir parti lideri kendilerinin “zararlı hücrelerle savaşan antikorlar” olduklarını söyler. Zihniyeti anlayabilmek için iyi bir film olduğunu söyleyebilirim.

27 Nisan 2014 Pazar

Distopyaya Doğru I: Modern Kutsalın Doğumu




 Roma’nın ve Mısır’ın görkemli tanrıları, semavi dinlerin tanrısı karşısında dayanamadı. Bir zamanlar Hıristiyanları diri diri yakan Roma zamanla Hıristiyanlığın yegâne savunucusu hâline geldi. Olympos Dağı’nda yaşayan tanrılar, büyüyen krallıkların ve imparatorlukların ihtiyaçlarını karşılamıyordu. İmparatorun yeryüzünde tek egemen olma isteğini meşrulaştırabilmesi için gökyüzünde tek tanrı olmalıydı ve bu tanrının yeryüzünde temsilcileri olmalıydı.

 Ortaçağ Kilisesi bir zamanlar Tanrı’nın yegâne temsilcisiydi. Tanrı adına insanları aforoz etme ve cezalandırma yetkisine sahipti. İran’ın şahı ve Osmanlı’nın sultanı Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Dünyanın hemen hemen her yerinde krallar meşruiyetlerini gökyüzünde yaşayan despot bir tanrıdan alıyorlardı. Ders kitaplarımızda aydınlanma olarak anlatılan hareketle bu kurumlar güçlerini yitirmeye başladılar. İnsan maddeyi ve yaşamı keşfettikçe kendisine Tanrı adına konuşan sınıfların sahtekârlığını anlaması zor olmadı. Ancak bu bilinç zamanla neredeyse eskisinden daha dogmatik ve daha akıldışı bir düzene dönüştü.

 Protestan ahlâkı, diğer mezheplerin aksine Altın Çağ’ın dünyanın tanrısallaştırılarak başlayacağını savunur. Bu görüşe premillenarizm adı verilir. İsa gökten inip inananları kurtarmayacak, aksine inananların tüm dünyayı kurtarmasından(!) sonra fiziksel olarak inecektir. Reform hareketleriyle başlayan bu dünyevileşme insanları Vatikan’ın kör inançlarından kurtardıysa da yeni kutsalların yaratımına sebep olmuştur. Öteki dünyanın önemi azaldıkça dünya kutsallaştı ve yeryüzü yeni totemlerin tapınağı hâline geldi.

 Türkiye, İtalya, Almanya, Endonezya gibi ülkelerde yenilik hareketleri eskisinden daha despot rejimlere, tanrılaşan bir devlete ve milyonların gölgelerinde kaybolduğu neredeyse mitolojik kahramanlara dönüştü. Almanya’daki milyonlar Hitler’in konuşmalarında kendinden geçmeye hazırdı çünkü Bismark döneminden beri çalışmanın bir orduyla savaşmak kadar kutsal olduğunu, insanın değerinin ancak ülkesi için çalışmasıyla ölçülebileceğini benimsemişlerdi. Nazi kamplarının kapısında Çalışmak Özgürleştirir (Arbeit Macht Frei) yazılması bu yüzden tesadüf değildir. Avrupa’da ulus-devletlerin tanrılaştığı bir çağ inşa edilirken okyanusun diğer yanında Benjamin Franklin, yararlı olanın erdemliliğini ve buna bağlı olarak para kazanmanın kutsallığını öne sürüyor, modern bir imparatorluk bu düşünceler üstünde yükseliyordu.

 Çağımızın kutsalları bu değerler üzerine kuruludur. Dünya bir cehenneme doğru gidiyor ve cehennem insanların bağıra çağıra acı çektikleri bir yer değil, içinde bulundukları pisliğin farkında olmadıkları bir yer olacak. Zamyatin’in Biz romanında ya da Orwell’ın meşhur 1984’ünde olduğu gibi insanların köleliklerini mutlu bir şekilde benimsedikleri ve özgürlüğün bir hakarete dönüşeceği bir düzenin, kötü bir kâbustan fazlası olmadığını söylemek imkânsız.

 Kapitalizm ve yararlı olanın erdemi bütün eski değerleri tahtından etti. Dinler zaten iktidarların kullanışlı aracı olarak var olmuşlardı ama ancak kapitalizm faizi haram ilan eden İslam dünyasına banka zincirleri açtırabilirdi.

Dinler ne kadar milyarlara hitap etseler de yok olmaktalar. Bugün bile hâli hazırda dünyanın birçok yerinde sembolik ve ideolojik anlamlar dışında bir şey ifade etmeyen dinler, bundan birkaç kuşak sonra varlıklarını sürdürseler bile zayıflayacak ve güç kaybedecekler. Ancak bu despot inanışların yok oluşu, insanın özgürlüğü adına değil öncekinden daha tehlikeli bir köleliğin benimsenişi adına olacak.


20 Nisan 2014 Pazar

Metropolis ve Şiddetin Zihniyeti




Polis; bilincini koşulsuz itaatin ve şiddetin emrine vermiş, itaat etmek ve şiddet uygulamak dışında bir bilince sahip olmayan robotik bir canlıdır. Politikacıların, sermayedarların, zenginlerin kendilerini korumak için saklandıkları etten duvarlardır polis teşkilatları. Gezi’den sonra hepimiz bunu gördük ve deneyimledik. Polis, iktidardan ve iktidarın ideolojisinden bağımsız olarak, doğası gereği kötüdür. Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi öyküsünde devrimden önce Jakobenleri ve devrimden sonra kralcıları fişleyen casus polisin ruh hâlini en iyi yansıtan karakterlerden biridir.

 Polis teşkilâtları, dünyanın her yerinde aynı yapıdadır ve aynı işi yaparlar. Yahudi gettolarında Naziler için çalışan Yahudi polislerinden, Los Angeles’ta insanları siyahî olduğu için döverek öldüren Amerikan polisine kadar hepsinin zihninde itaat ve bu koşulsuz itaat duygusundan kaynaklanan şiddet isteği vardır. Ancak polis şiddeti ve bunun yoğunluğu tek başına polisin yapısıyla ya da emniyet ve hukuk zaaflarıyla ilgili değildir.

 Polis, Türkiye’de olduğu gibi insanları öldürüp işin içinden çıkabiliyorsa, hatta darp ettiği insanları hukuk karşısında suçlu durumuna düşürebiliyorsa bu aynı zamanda bir zihniyet sorunudur. Türkiye’de sorun polisin uyguladığı şiddetten çok, bu şiddeti uygulamaktaki rahatlığı ve güveniyle ilgilidir.

 Metropolis belgeseli, Türkiye’deki polis şiddetini ve bu şiddetin hukuksal, ideolojik kökenlerini anlatıyor. Hukukçular, akademisyenler, insan hakları aktivistleri ve şiddet mağdurlarıyla yapılan röportajlardan oluşan bu belgesel, hepimizin yaşadığı ve ya bir şekilde tanıştığı şiddetin temellerine ışık tutuyor. Ancak bunlar sadece hukukçuların ve akademisyenlerin değil hepimizin kafa yorması gereken konulardır.

 Polisin egemenliği şüphesiz ki Türk insanının devlet ile olan ilişkisiyle başlar. Muhafazakâr ve ya seküler, ortalama bir TC vatandaşının zihninde devlet neredeyse tanrıyla eşdeğer bir kavramdır. Varlığını neredeyse mitolojik bir kahramana dönüşecek Mustafa Kemal’in olağanüstü çabalarına ve ya yedi kat gökten inip Çanakkale’de Türkler lehine savaşan meleklere borçludur. Türkiye’de devlet üzerinden dönen tartışma, bu kurumun gerekliliği ve ya gereksizliğiyle değil bir kutsalın biatı ve ya reddiyle ilgilidir. Devlet, modern mitler ve bitmek bilmeyen goygoylar üzerine kurulu bir kutsaldır.

 Belgeselde de belirtildiği gibi, polisin kendini neredeyse tanrı olarak gördüğü iki ülkeden biri Türkiye diğeri ise Japonya’dır. Bu iki ülkenin modernleşme serüveninin ve ulus inşasının birbirine ne kadar benzediğine bakınca sebebini anlamak zor değil.

 Japonya, 1800lü yıllarda Meiji Restorasyonu adı verilen bir modernleşme sürecine girişti. Devlet, kendi resmi dinini yarattı ve bu değişimi reddeden isyanları şiddetle bastırdı. İkinci Dünya Savaşı’nda Miğfer Devletler safında yer alan Japonya’da devlet Türkiye’de olduğu gibi kutsal kabul edildi. Bugün bir çoğunun teknolojik başarılarına gıpta ederek baktığı hatta seküler ve ya muhafazakâr milliyetçilerin neredeyse model olarak gösterdiği Japonya, ekonomik refahına rağmen intihar oranlarının en yoğun olduğu ülkelerden biridir. Birey, devletin ve toplumun kasveti karşısında ezilmiştir ve önemsizdir.

 Türkiye’nin de buna paralel bir modernleşme yaşadığını söylemek zor değildir. Osmanlı aydınının temel sorunu devletin nasıl kurtarılacağıydı. İnsan yaşamı, insan hakları gibi meseleler Osmanlı aydını için ikinci plandaydı çünkü o devleti tarihi köklerinden çıkararak tapılacak bir nesne hâline getirmekle meşguldü. Zaten hâlihazırda sultanını Zillullah’ı Fi’l Arz (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) olarak gören bir devletin yıkıntılarından doğan TC, bu hastalıklı modernleşmenin ürünü olarak doğdu. Zannedilenin aksine eskinin büyük değişimlerle yıkılması değil, var olan modernleşmenin yönetmelik değişiklikleriyle devam ettirilmesi söz konusuydu.

 Şüphesiz ki eğitim sistemi ve resmi ideoloji buna göre şekillendi. İtalya ve Almanya’daki baskıcı rejimlerle paralel kanunlar ve söylemlerin bugün ilerici olarak bilinen bir kesim tarafından savunulması tesadüf değildir. Çünkü devletperestlik, ilerlemenin tek yolu ve varlığın amacı olarak görülmüştür.

 Gelgelelim, bugün resmi ideolojinin reddi değil biraz farklı bir sosla sunulması söz konusu ve mevcut iktidar kitlesini 30lu yılların söylemlerine benzer nutuklarla gütmekte. Devletin insan hayatından daha önemli olduğu bir yerde üçüncü hava alanının bir çocuğun ölümünden daha önemli olması şaşırılacak bir şey değildir.

 Şüphesiz ki polis, toplumun kodlarını had safhada taşıyan bir canlıdır. Dr.Clive Morris’e göre güvenlik kameraları, operatörlerin saygıya değmez olduğunu düşündükleri kişilerin üstüne daha fazla düşer böylece ekonomik ve ya sosyal olarak marjinal görülen insanlar daha kolay etiketlenmiş olur[1]. Polis de toplumda öteki olarak kabul edilen LGBT bireylerin, Kürtlerin, gayrimüslimlerin, göçmenlerin, politik ve ya kültürel olarak toplumun genel kodlarına uymayan insanların üstüne daha çok düşecektir. Şüphesiz ki bu cesareti toplumun kendisinden olmayana duyduğu kayıtsızlıktan almaktadır. Polis şiddeti burada sadece kurumun yapısıyla ilgili değil, TC’deki otel yakan ve kafa kesen linççi kalabalıkların zihniyetini paylaşmasıyla ilgilidir.

Sonuç olarak; polis bu kutsalın aracı olarak tanımlanır ve bu sorun AKP hükümetiyle başlayan bir şey değil, topyekün bir zihniyetin hatta ülkenin temelleri üstüne kurulduğu sakat modernleşmenin sonucudur.

 Devlet tanrılaştıkça devletin kurumları tanrının kutsal savaşçıları olarak anılacak, polis şiddeti belki el değiştirecek ama farklı kesimler üzerinde devam edecektir. Bunun engellenmesi ancak tanrı-devlet zihniyetinin tasfiyesiyle mümkündür. Devlet, başlı başına bir angaryayken onu tanrılaştırmak insanlığı ancak felâkete sürükler; bu bir teori değil hepimizin deneyimidir.




[1] Dr.Clive Morris, Gary Armstrong, Laura Hawskworth, The Suspicious Eye, Hull Üniversitesi Kriminoloji Merkezi, 1998

24 Kasım 2013 Pazar

İnanç: Hayatın Ötesindeki Kurgu




Ruhu madde dışı yapmak için ilahiyatçıların nedenleri vardı. Ahiret hayatında keşfettikleri hayali ülkeleri yurtlandırmak için ruhlara ve ham hayallere ihtiyaçları vardı. Maddi ruhlar bütün cisimler gibi dağılıp giderlerdi. Oysa, insanlar kendileriyle birlikte her şeyin kötü olacağına, her şeyin biteceğine inansalardı, öteki dünyanın coğrafyacıları ruhlarını bu bilinmeyen meskene gönderme hakkını yitirirlerdi. Bu ruhları otlattıkları umut ve hülya çadırından ve onları altında ezmeye özen gösterdikleri cehennem dehşetinden hiçbir yarar sağlayamazlardı. Yani ahiret âleminin insan türü için hiçbir gerçek yararı olmasa da, insan türünü oraya göndermeyi üstlenenler için yararı büyüktür.
 *Jean Meslier - Sağduyu / Tanrısızlığın İlmihâli

   Marquis de Sade "Eğer Tanrı'dan bahsetmeyi akıl eden ilk ahmak boğazlansaydı, yeryüzünde bir çok cinayet işlenirdi."der. Bu fikri bir zamanlar benimsiyordum, ancak bugün inancı eleştirmek için yüzeysel ve gerçek dışı kaldığını düşünüyorum. Çünkü gördüklerini tanımlama çabasında olan bu adamcağızı boğazlasaydık bile bir başkası bu fikri edinecekti.
 İnanç, insanın zihinsel ve sosyal gelişiminin getirdiği kaçınılmaz sonuçlardan biridir. Dindarların iddia ettiği gibi her insanın içinde doğuştan var olmasa da, maddeyi henüz kavrayamamış atalarımızın dünyayı anlamlandırmaya çalışırken işin bir madde ötesine ve bir inanca dönüşmemesi beklenemezdi.

 Kaba olarak; inancı doğuran insanlığın dünyayı anlamlandırma isteği ve gördüklerine, yaşadıklarına karşı duyduğu meraktır. İnanç, insanın yaşamı için bir açıklama bulma gereksiniminden doğmuştur. Mitolojide bitkilerin, hayvanların, doğa olaylarının ve hislerin birer sorumlu tanrılarının olmasının sebebi budur. Gördüğünün ardında onu kontrol eden doğaüstü bir varlık tahayyül etmek, insanın işini kolaylaştırmış ve onu büyük bir zahmetten kurtarmıştır.

 Bu masumane anlamlandırma çabası, zamanla dünyanın kendisini önemsiz bir hâle getirmiş, maddeyi anlayabilmek için girilen bu çaba maddenin kendisini önemsizleştirmiştir. Dini bilimin karşısına koymak; bilimin antitezi olarak görmek bu yüzden yanlış bir görüştür çünkü zaten din maddenin gerçekliğini reddetmekte ve onu sanal bir şey olarak görmektedir. İnanç, beşer olanı reddeder ve beşeri açıklamak için kullanılan bilgiyi önemsiz görür. İnancın mantığına göre madde, sadece tanrının neler yapabildiğinin, ne kadar harika bir kainat yaratabildiğinin göstergesidir. Ancak hakikat, beşerin dışındadır ve insanın ona ulaşabilmesi için gündelik hayatından uzaklaşması gerekir. Hâli hazırda din, dünyanın ve insanlığın gerçeklerine yabancılaşmış bir şeyken onu pozitif bilimlerle çürütmeye çalışmak anlamsız bir çabadır.
 Aynı zamanda dini basit bir cehalet, geri kalmışlık ya da psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir şey olarak görmek de gerçek dışı, gerçek dışı olduğu gibi elitist bir düşüncedir. Dinin insan hayatında edindiği yer tüm bunlardan daha karmaşıktır.

 Bir gecede binlerce insanın veba salgınından öldüğü Ortaçağ Avrupa'sında insanların yaşadıkları dünyayı reddedip başka bir dünya kurgulamamaları imkânsızdı. Yaşanılan hayat ne kadar kötü ve ne kadar az tatmin ediciyse, bu hayatın sonrası o kadar anlamlı hâle gelir ve insan, ölümü kabullenemediği için yarattığı hayali âlemleri düşleyerek yaşamaya başlar.

 İnanç, maddenin bilgisine sahip olmayan ilkel insanın hayatı anlamlandırma çabasının ötesinde, hayatın kaynağı ve sanal maddenin ötesindeki gerçek olarak algılanan bir şey hâline gelir. İşte insanların birbirlerini öldürmelerine sebep din burada ortaya çıkar.
 Henüz medya, eğitim sistemi, resmi ideoloji gibi tahakküm kaynakları yokken din hepsinin işlevini gerçekleştirmiş ve ilkel bir toplum mühendisliği olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. Bugün hayatımızda olan tahakküm kurumları, kilisenin yokluğunda ortaya çıkmış şeylerdir. Din, insanları manevi açıdan hipnotize edip iktidarın birer kulu hâline getirmeye yaramıştır. Bu, dindar insanlara yönelik bir itham ya da hakaret değil, kurumsallaşmış inancın açıklamasıdır.
. Eski Ahit'in tanrısı bir hükümdar gibi konuşur, çünkü dünyadaki hükümdar tasvirinin bütün evrene uyarlanmış hâlidir. Tanrı'nın trajedisi burada başlar; bir kar tanesini bile sanat eseri olarak yaratan yüce kuvvet, birden bire iktidarın ve kralların sözcüsü hâline gelmiştir.
Jean Baudrillard'ın imgesel tanrısı burada önem kazanır.(*) Kurumsallaşmış inancın insanlara verdiği dünyaya ve hayata dair bir açıklama getiren, manevi bir şey değil, kilise törenleri ve şehit masalları gibi sembolik şeyler verip onları iktidarın kesin tebaası hâline getiren bir hipnozdur.

 İnanç bireysel bir motivasyon ve rahatlama kaynağı olabilir, hatta zaman zaman insanların içinden çıkamadıkları kavramların (iyilik-kötülük, etik vs) anlaşılması için yardımcı olabilir ancak nazarımda bu onu gerçek yapmaz.
 Dünyayı iyi ve kötü olarak kesin çizgilerle ayırmak, onu doğru algılamamızı önler. Yaşam, aydınlık ve karanlık, siyah ve beyaz olarak ayrılabilecek kadar basit değildir. Ancak inanç dünyayı şeytan ve tanrı arasında ayırırken bir taraf seçmemizi ister ve hangi tarafı seçersek seçelim bir savaş içinde olduğumuzu söyler. Zerdüşt'ün Ahuramazda'sı ve Ehrimen'i insanlık tarihinde yerini aldığından beri dünya tanrı ile şeytanın savaş alanıdır. Bireysel hayatımızda ve düşüncelerimizde kurtulamadığımız bu mantık, inancın bize bir hediyesidir.
 İktidar bu yüzden inancı sever, çünkü cennetin anahtarının kendi elinde olduğunu söyleyip insanları şeytana karşı savaşa davet etmek onun gücünü arttırır.

 Kısacası; inanç meselesi şüphesiz ki bir yazıyla özetlenemeyecek kadar karmaşıktır. Ancak insanın kendisini kavrayabilmesi ve özgürlüğünü elde edebilmesi için, kurumsallaşmış söylemlerin beynindeki yankılarından kurtulması gerektiğini söyleyebilirim. 

(*)Baudrillard'ın "İmgesel Tanrı"sından bu yazımda bahsetmiştim.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Yasak Meyvenin Mirası: Duvarsız Bir Hapishane



 Aldım başımı kaçtım. 
Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa. 
Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını. 
Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. 
Tanrı bildim musibeti. 
Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. 
Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı.

*Arthur Rimbaud - Cehennemde Bir Mevsim


 Doğan her bebek, kendinden önce yaşamış insanların kötü mirası içinde büyür. Kendinin ve çevresinin farkına vardıkça, bir birey olarak var olmaya başladıkça sırtındaki yük ağırlaşır ve kendi kararlarını verecek yaşa geldiğinde hayatının geri kalanını bu yük karşısında ne yapacağı belirler. Ondan kurtulmaya çabalayacak ya da onu bir parçası olarak benimseyip altında ezildiği bu ağırlığın acısını hissetmemek için yollar arayacaktır. Üzerine çökmüş bu ağırlığın bir parçası olduğunu ve onun gerçekliği olduğunu düşünmek acıyı unutturur, bu yüzden bu yolu seçen insan daha rahat bir hayat yaşar. Ancak onun sırtına bindirilmiş ve kendisini ezen bir yığıntı olduğunu fark eden insan acı çekecek ve daha zor bir hayat yaşayacaktır.

Semavi dinler, insanlığın Adem ve Havva'nın kötü mirasını taşıdığını söyler. Adem ve Havva, kendilerine yasaklanan meyveyi yiyerek cennetin nimetlerine yüz çevirmiş ve emirlere itaat etmemenin cezasını cennetten kovularak ödemişlerdir. İnsanlık tarihi, Adem ve Havva'nın kendilerine bahşedilen bir cennete yüz çevirip, aç gözlülüklerine yenilmesiyle ve yasak meyveye el uzatmasıyla başlar. Bu meyveye dokunmanın bedelini ise kendilerinden sonraki kuşakların acılar ve savaşlar içinde yaşayacakları fani dünyaya sürülmekle ödemişlerdir.
 Oysa insanlığı esir alan ve sırtına bir yük gibi binen günah, Adem ve Havva'nın yasak meyveye uzanmaları değil, bu eylemleri için cezalandırılmayı kabul etmeleridir. İnsanın hayatını çekilmez kılan şey, ilk ebeveynlerinin merakı ve açgözlülüğü değil, kendi doğal eğilimleri yüzünden cezalandırılmaya razı olmaları ve yasağı deldikleri için pişman olmalarıydı.

 Yasak Meyve hikayesinin anlattığı şey; değerlerin ve emirlerin insanın kendi eğilimlerinden daha değerli olduğudur.

 İnsanın esareti bu bilinç ile başlar. Eylemlerden önce neyin yasak olduğunu öğrenen insan, labirentte yürür gibi yürüyecek ve bütün eylemlerini çizgileri, sınırları olan bozuk bir bilincin belirlemesine izin verecektir. İnsanın esir düşmesinden daha kötü bir şey varsa, kendi zihnine başkaları tarafından yerleştirilen cümlelerin esiri olmasıdır. Kafasının içinde dönüp duran bu ses, dünyadaki bütün silahlardan daha tehlikelidir. Çünkü onu dinledikçe, hapsolduğu sınırların ardında korkunç şeylerin olduğuna ve bütün güvenliğini çizilen sınırlar içinde yaşamaya borçlu olduğuna inanır. Ahlâki safsatalarla yankılanarak onu esir alan bu korku, kendi özünden, doğal eğilimlerinde ve isteklerinden uzaklaşmasına, onları duvarın dışında tehlikeli bölgede bırakmasına, bilincinde yaratılmak istenen şekle dönüşmesine sebep olacaktır.

 Hapsedildiği sınırların cennet olduğuna inandırılan insan, sınırlara yaklaşmaya dahi cesaret edemeyecek ve onların ötesindekine karşı duyduğu merakı, kendi gerçekliğini umursamadığı ahlâki söylemlerle bastıracak ve bir türlü çıkamadığı dar alanda mutlu olduğunu zannedecektir. Sınırları koyan başkasıysa da canından çok koruyan bu aciz insanın kendisidir. Sınırların ardındaki her şey kötü olduğu için, oralarda görünen herkes düşmandır.

 Duyduğu korkuyu ahlâk olarak benimseyen ve aşamadığı sınırları korumak için canını feda etmeye hazır olan insan, dünyadaki en tehlikeli yaratıktır. Çünkü kendisine dayatılanları benimsedikçe özüne, insanlığa ve erdeme dair her şeyi kaybedecek, gardiyanlığa terfi eden bir mâhkum gibi kendisini esir alanların gözünde imtiyaz kazanmak için saldıracaktır. Kendinden uzaklaştıkça ondan yaratılmak istenene yakınlaşacak, insanlıktan uzaklaştıkça itaat eden ve öldüren bir makine olmaya yaklaşacaktır.
Çünkü en doğal eğilimlerini ahlâksızlık olarak benimsemiş ve onları dile getiren insanları aciz yaşamı için tehlike olarak görmeye başlamıştır. Karşısında taaruza geçtiği şey ise, başkaları değil, kabul etmediği kendi gerçekliğidir. Saldırdıkça kendi insanlığını daha çok unutacak ve kaçamadığı esaretinden zevk aldığı sahte yargılara daha çok bağlanacaktır.

 İnsanın kendi gerçekliğini bulması ancak çizilen bu sınırlara ve yaşamın değişmez yasalarıymış gibi benimsetilen safsatalara isyan etmesiyle başlar. İsyan ettikçe kendi eğilimlerine ve gerçekliğine daha çok yaklaşacak ve duvarın ardının söylendiği kadar karanlık olmadığını görecektir. Hıristiyanlar, insanların atalarının açgözlülüğüyle gelen günahtan vaftiz edilerek kurtulacağına inanırlar. Oysa insanın kendini esir alan bilinçten kurtulmasının tek yolu isyan etmektir.
Her başkaldırı, insanın özüne dönmek ve kendini kabullenmek için attığı bir adımdır. Çünkü kendine yabancılaştırılarak kontrol altına alınmıştır ve tekrar kendi olmanın tek yolu bu kontrolü yıkmak, egemenlerin lehine çalışan kendi öz-denetimden kurtulmaktır.

 İnsan itaat ettikçe, sistemin doğrularını kendi yaşamının değişmez gerçekleriymiş gibi kabullendikçe kontrol edilen bir bedene dönüşür. Kendisini bir bedenden ibaret olmaktan kurtaracak tek şey, isyan etmek ve ona bir canavar gibi gösterilen gerçekliğini kabullenmektir.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Hermes'in Laneti ve Mohawk Valley Yöntemi

"Asıl sorun, özgür bir toplumda mı yoksa bir çeşit kabullenilmiş totalitarizm altında olayların merkezinden uzaklaştırılmış şaşkın sürü olarak bir yerlere sürülen, dehşete düşürülen vatansever sloganları bas bas bağıran, hayatları için sürekli korku duyan, huşu işe kendilerini yok olmaktan kurtaran liderlere hayran olan; eğitimli sınıflarınsa bir emirle uygun adıma geçerek kendilerinden beklenen sloganları tekrar ettiği ve evinde değerlerini kaybederek gerileyen bir toplumda payımıza düşeni mi yaşamak istediğimiz. 
 Bu bir seçimdir. Yüzleşmek zorunda olduğumuz bir seçim. Böylesi soruların cevabı aslında büyük ölçüde senin benim gibi insanların elinde."
Noam Chomsky


 Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi adlı eserinde insanlığın bir kitleler çağına girdiğini ve yönetimin kişilerin insiyatifinde çıkıp kitleler tarafından belirlendiğini söylemişti. Ancak bunu söylerken, kitlelerin azınlıklar tarafından kontrol edilen ve kendilerine benimsetilen gerçeklerin dışına çıkamayan iradesiz çoğunluklar hâline gelebileceğini tahmin edemediğini düşünüyorum.
Çünkü her ne kadar iktidarın seyrini belirleyen halk kitleleriymiş gibi görünse de, bu kitlelerin iradesi basit bir oyundan ibarettir.
Ancak kitleler, iktidar için uyutulabildiği ve yalanlara inandırılabildiği sürece tehlikesizdir. Çünkü bir şeylerin farkına vardıklarında kendilerine nasıl aşağılıkça bir oyun oynandığını anlayacak ve yakın zamanda tanık olduğumuz gibi, bu sirkin sahiplerine ve soytarılarına karşı ayaklanacaklardır.
  İktidar, ayaklananmanın büyümesini önlemek için kendisine başkaldıran insanları, halkın geri kalanına kan emici yaratıklar olarak göstermek zorundadır. Kendini aklayabilmek için devamlı olarak yalanlar üretir ve bir beyin yıkama sistemi hâline gelen medya yoluyla insanları, kendisine başkaldıranların kötü olduğuna inandırır. Bu beyin yıkama, kitlelerin çocukların bile inanmayacağı kadar aptalca yalanlara inanmalarını sağlar.

 İşte Hermes'in Laneti tam olarak burada başlar. Hermes, Yunan mitolojisinde tüccarların, hırsızların ve kumarbazların koruyucusu, tanrıların en kurnazıdır. Apollon'un ineklerini çalar ve cezalandırılmak için Zeus'a götürüldüğünde bir kaplumbağa kabuğundan yaptığı gitarı çalarak Zeus'u ve Apollon'u etkiler. Zeus, Hermes'i cezalandırmak yerine ona bir çift kanatlı ayakkabı verir ve onu tanrıların habercisi yapar. 
Hermes'in en önemli özelliği yalancılığıdır. Zeus, Pandora'yı yaratırken yalan ve hile yetisini Hermes'ten istemiştir. Onun bir özelliği de itaatkar ve hizmetkâr oluşudur. Olympos eğlencelerinde tanrılara hizmet eder, onlar için odun keser, et pişirir ve bütün zamanını diğer tanrılara hizmet etmekle geçirir.
 Bugün medyanın büyük kısmı Hermes'i totem edinmiş gibi, onun geleneğini devam ettiriyor. Eğer politeizm günümüz toplumunda yaygın olsaydı, bugün herkesi provakatör ve terörist ilan eden penguen sever gazete ve televizyonların habercileri, TRT binasının olduğu yere Hermes'in tapınağını inşa eder heykelleri etrafında dönüp onun sunağında kurban keserlerdi. Hermes artık bir tanrı değil, mitoloji kitaplarında kalmış bir figürken bile onun geleneğine bu kadar sadık kalmaları bunu düşündürüyor. Tıpkı Hermes gibi bütün varlıklarını yalan ve hile üzerine kurup, egemenlerin sofrasında onlara hizmet ediyorlar.

 Medyanın manüpilasyonuna maruz kalıyorken ve onun tarafından, ülkenin büyük bir kesimine "vandal, terörist, kan emici" olarak gösteriliyorken bu sistemi ve nasıl işlediğini iyi anlamamız lâzım.
Bugün medyanın görevi, halkı devletin politikalarına alıştırmak, hiç bir insanın onaylamayacağı barbarlıklar devlet tarafından yapıldığında meşru göstermek ve insanlara sorunlarını unutturup dikkatlerini başka yerlere çekmektir. Diktatörlerin ve otoriter yönetimlerin, kolluk kuvvetlerinde daha çok önem verdikleri bir şey varsa o da propaganda ve bu propagandanın yayıldığı medyadır. Çünkü halkı kolluk kuvvetleriyle tamamen sildirmek zahmetli ve kesin sonuç vermeyecek bir iştir, ancak beyinlerini yıkayarak ve kendi yalanlarını mutlak doğruymuş gibi benimseterek teslim almak, devleti güçlendirecek ve silahın elde edemediği otoriteyi halkın üzerinde sağlayacaktır.
 1937'de Pennysylvania'da Johnstown çelik işçileri büyük bir grev yaptılar. 30lu yıllar boyunca ABD'deki işçi mücadeleleri sonuç vermeye başlamış ve işçiler 1935 Wagner Yasası gibi kazanımlar elde etmişlerdir. Doğal olarak bu durum sermayenin ve iktidarın pek hoşuna gitmedi. Bu yüzden grev kırma yoluna gittiler, ancak şiddete başvurmak işe yaramıyordu. Grevi kırmak için yapılması gereken şey propagandaydı ve bu propagandanın amacı grevcilerin topluma zarar veren bozguncular olduğuna inandırmaktı. Çünkü Amerika, işçi, işveren, ev hanımı ve bir çok insanın bir arada yaşadığı uygar bir toplumdu ve kötü niyetli bozguncular bu uyumu mahvetmeye çalışıyorlardı. Bu kara propaganda işe yaradı ve bu yöntem bir daha sonra da "Mohawk Valley Yöntemi" olarak grevlerin kırılmasında kullanıldı.*

 İşte bu yöntem, insanları kandırmanın en etkili yoludur. Sistem, insanlara çocukluktan itibaren benimsetilen bazı değerlerin tehdit edildiğinden ve eğer bozguncu sürüsü ortadan kalkmazsa zarar göreceğinden bahseder. Eğer işçiler grev yapıyorsa kutsal Amerika tehlikededir. Eğer birileri Kürtçe konuşuyorsa atalarımızın kanıyla kurulmuş yüce Türk devleti tehlikededir. Ne kadar farklı yerlerde kullanılırsa kullanılsın bu propagandanın özü aynıdır: ortada insanların ortak çıkarlarını ve toz pembe sistemi tehdit eden kötü niyetli insanlar vardır, bunlar mutlak huzurun sağlanması ve değerlerin korunması için yok edilmelidir.

 Düşünmeye üşenen ve sahip olduklarını kaybetme korkusunda olan kitleler, bu yapay tehditlerden korkarak beyne sahip olarak doğmuş hiç bir canlının inanmayacağı kadar ahmakça yalanlara inanmaya başlarlar. Dünyayı saran bir Komünizm tehlikesi olduğu için Ronald Reagan ve onun desteklediği El Salvador çeteleri  kahramandır. Müslümanlar medeniyeti tehdit ederken onların üstüne ordularını yollayan George Bush, medeniyetin koruyucusudur. Almanları Çingenelerin ve Yahudilerin zulmünde koruyan Adolf Hitler bir kahramandır. Kardeş kardeşi öldürürken tanklarıyla ülke yönetimini ele geçirip binlerce insanı işkencelerde öldüren Kenan Evren iyi biridir. Ulu bir önder ülkenin bütünlüğünü korumak için Dersim'de katliam emri verir. Faiz lobisi, ülkenin büyümesini çekemezken onun kışkırttığı çapulcularla mücadele eden Tayyip Erdoğan bir kahramandır, binlerce insanı yaralayan, işkence eden, taciz eden ve bazılarını öldüren polis ise cennetin kutsal koruyucularıdır.
Tüm bu kahramanlar, yüce insanlar binlerce insanın acı çekmesine sebep olmuştur ancak ülkenin bütünlüğü ve medeniyetin tehlikelerde korunmas yanında bunun lafını etmek yakışık almaz. Çünkü değerler uğruna bazı fedakarlıklar gösterilmelidir. Sistemin ve onun medyasının bize benimsettiği düşünce tam olarak budur. Hermes'in geleneğinde gelen medya her zaman ezenin yanında olacak ve ezilenleri yok edilmesi gereken kötü niyetli insanlar olarak gösterecektir.

 Bugün medyanın ikiyüzlülüğüne tanık olunduğu hâlde, insanların eski yalanlara inanmaya devam etmeleri ve kendilerini vandal olarak gösteren medyanın on yıl önceki yalanlarını hâlâ benimsiyor olmaları da trajikomik bir durumdur. Yaşadığımız ülkede kimse ABD'nin Irak'a baskı altındaki halkı kurtarmak için gittiğine inanmazken, herkes okyanus ötesinde üretilen bu yalanın farkındayken, Güneydoğu'daki sorunun sadece ihanet etmek için bomba patlatan birkaç başı bozuğun meselesi olduğuna inanmak oldukça popülerdir. İnsanlar bir yandan medyanın yalancılığına küfrederken, diğer yandan bu yalancılığa inanmaya devam etmektedirler.
 İşte kurtulunması gereken budur. Bilinmelidir ki, iktidar ve onun medyası halka asla doğruyu söylemeyecek ve medya tıpkı Hermes gibi, iktidarda olanlara ayırt etmeden hizmet edecektir.

*Noam Chomsky - Medya Denetimi