Dini kitaplar,
bir coğrafyayı işgâl edip yaratılan modifiye bir tarih yazımı üzerinden
haydutluk yapabilmek için oldukça kullanışlıdırlar. Güney Afrika’yı işgâl eden
ve yerli halkı köleleştiren Bauerler, yaşadıkları yerlerin vaadedilmiş topraklar olduğuna inanıyorlar ve bu söylemlerini
Tevrat’a dayandırıyorlardı. İnsanlık için kabul edilemez bir ideoloji olduğu
söylenen –öyle olduğunu reddedemeyiz- Apartheid rejimi yıkılmışken, başka bir vaadedilmiş toprak üzerinde bir grup
kutsal insan cinayetler işlemeye devam ediyor.
Avrupa’nın gettolarına hapsedilen, Ortaçağ
İspanya’sından Çarlık Rusyası’na kadar sayısız sürgüne ve katliama, en sonunda Holocaust’a maruz kalan Yahudilerin,
Tevrat’taki vaadedilmiş topraklarda özgürce yaşamayı düşlemeleri şaşırtıcı
değildi. Ancak İsrail’in bugünlerde yaptıkları ne Yahudilerin yüzyıllardır
yaşadığı acılarla ne de bugünlerde ülkemizde de sıkça yayılan bir bilinç
bunalımı olan anti-semitizm ile
açıklanabilecek durumda değil.
Devletin kuruluşunu 1897’de Basel’de yapılan “Birinci
Siyonizm Kongresi”ne ve başta Theodor Herzl olmak üzere Yahudi fikir
adamlarının, Yahudilerin hayatta kalabilmesinin tek yolunun kutsal topraklara dönmek olduğu konusundaki
fikirlerine dayandırabiliriz. Holocaust’tan sonra dini ve milliyetçi fikirlerle
iyice bilenen göçmenler, varlıklarını sürdürebilmek için tek çarenin meşhur
kutsal ülkeyi kurmak olduğuna inanarak silahlı bir mücadeleye giriştiler. Ancak
girişilen bu mücadele bir bağımsızlık
savaşından çok, tarihi söylemlere dayanan bir işgal girişimiydi. Bölgedeki
Yahudi nüfusunun artması ve devletin meşruiyetinin sağlanması için
Filistinlilerin yok edilmesi gerekiyordu.
İsrail, bölgede bin yıldır yaşayan
Filistinliler hiç yokmuş gibi, buraların “Topraksız
İnsanlar İçin İnsansız Topraklar” olduğu söylenerek kuruldu. Vaadedilmiş
Topraklar hikayeleri üzerinden bir mitoloji yaratıldı ve Avrupa’nın çeşitli
yerlerinden gelen Yahudilerin, evlerine döndüğü, kendilerinin olan toprakları
geri aldıkları, Filistinlilerin ise topraklarını
gönüllü olarak terk ettikleri söylendi. Resmi ideoloji ve meşruiyet,
inanabilmek için ciddi bir bilinç yitimi gerektiren bu masallar üzerinde
şekillendi.
Bir çocuğu
gözünü kırpmadan öldürebilen İsrail askeri ya da Gazze bombalanırken şehri
izleyen tepelerde milliyetçi histeri nöbetleriyle dans eden İsrailli, kendisine
yaptığının sebebi sorulduğunda bir devletin katliam yasası hâline getirilmiş
dini hikayelerden bahsedecek, hatta kuşaklardır bu topraklar üstünde yaşayan
Filistinlilerin burada işgalci
olduğunu söyleyecektir. Belki de zihniyet olarak pek uzak olmadığı Nazilerden,
Engizisyon mahkemelerinde yakılan Yahudilerden ya da Eski Ahit’teki hikayelerde
İbrahim’in koyunlarını çalan Filistinlilerden bahsederek bu katliamları
meşrulaştıracaktır.
Sorun, bizzat İsrail’in temellerini
dayandırdığı söylemlerdedir. İsrail tıpkı Nazi ve Apartheid rejimleri gibi
üstünlükçü ve hastalıklı düşünceler üzerine kuruludur. Belli bir millete dahil
olmadıkları için insanların öldürülmesini meşru görmek hatta bir temizlik olarak algılamak ancak
milliyetçiliğin yarattığı halüsinasyonlar ile mümkün.