İnsan davranışlarını mekanik bir aygıt gibi düzenleyen güdülerle donanmış değildir. Seçeneklerle yüz yüze gelir bu da yaşamı için büyük önem taşıyan konularda doğru olanı seçmemişse büyük tehlikelerle karşı karşıya demektir. Çoğu kez kısa sürede karar vermesi zorunlu olduğu anda içine düşen kuşku, acı veren bir gerilim yaratır; hatta ivedi karar verme yetisini ciddi olarak tehlikeye sokabilir. Bunun sonucu olarak, insanoğlu yoğun bir güven duyma gereksinimi içindedir, kararlarını vermede uyguladığı yöntemin doğru olup olmadığı konusunda kuşku duymanın gereksiz olduğuna inanmak ister. Hatta "doğru" kararı verip onun geçerliliği konusunda kuşlu duyarak işkence çekmektense güven duyarak "yanlış" karar vermeyi yeğler. İnsanın tapınmalara ve siyasal liderlere inanmasının ardında yatan ruhbilimsel nedenlerden biri budur.
*Erich Fromm – Umut Devrimi
Sigmund Freud
"İnançlar toplumsal obsesyonlardır" der. İnanç,
toplumların ve kitlelerin anlamsız takıntılarından başka bir
şey değildir. Freud, bunu söylerken dini inançları kast etmiş
olsa da bu yargıyı dini olmayan inançlar için de
kullanabiliriz. Çünkü belli bir önder benimseyen ve onun izinde
olan insanların refleksleri, savunmaları ve radikallikleri
herhangi bir köktendincinin reflekslerinden farksızdır. Tıpkı
köktendinciler gibi anlamsız, çocuksu savunmalar geliştirir ve
bütün bilgilerini, düşüncelerini bu çocuksu hayranlığın
etrafında toplamaya çalışırlar.
Bir kahramana,
öndere duyulan bağlılık düşüncenin gelişmesinde ve insanın
birey olmasında büyük bir engeldir. İnsan ne kadar akıllı ve
bilgili olursa olsun, zihnindeki bu prangadan kurtulamadığı sürece
bir kitlenin parçası olmaya ve ilkel bir kabile putuna
tapınır gibi tapınmaya, mantıksız bir inancı sürdürmeye devam
edecektir.
İşin trajik
yanı; Doğu'da ve Batı'da birçok insan ilkel yaşamdan kalma
yargılara sahip. Liderlere inanmak, din, vatanseverlik,
milliyetçilik, kişilere tapmak, bayrak sevgisi insanların kabile
hâlinde yaşadıkları dönemlerden, ilkel bir evreden kalma
şeylerdir. Gustave Herve bu kavramları "İnsanın
doğal fenomeni tanımlamadaki beceriksizliğinden kaynaklanan boş
inanışlar" olarak
açıklar. Bir zamanlar düşündüklerim(düşündüğümü
zannettiğim)in eleştirisini ve on dokuz yaşıma kadar aklımı
kurtaramadığım safsataların açıklamasını yapmam gerekirse,
bunlar bir gücü yenememekten ve yenemediğini benimsemekten
kaynaklanan, tıpkı şimşekten korktuğu için şimşeğe tapan
ilkel insanın hezeyanı gibi bir psikolojinin ürünü olan
benimseyişlerdi.
Bunu günümüz şartlarında anlayabilmek için Stockholm Sendromu'nu hatırlamak lâzım.
1973 yılında Stockholm'deki bir banka soyuldu, banka görevlileri ve müşteriler soyguncular tarafından altı gün rehin tutuldu. Altı gün sonra polis soyguncuları etkisiz hâle getirdi ama rehinelerin davranışları beklenenin aksineydi. Rehineler, her zaman soyguncuların lehine ifade verdiler, aralarında para toplayıp onlara avukat sağladılar hatta içlerinden biri nişanlısını terk edip soygunculardan biriyle evlendi.
Bunun sebebini soyguncuların rehinelere iyi davranması ya da rehinelerin, kendilerinin de maddi zorluklar yaşadıkları için, soyguncularla empati kurması olarak görebilirsiniz. Ancak ben rehinelerin tıpkı gök gürültüsünden korktuğu için ona tapan ilkel insanlar gibi kendilerini korkutan soyguncuları benimsemeye ve onlara hayranlık duymaya başladıklarını düşünüyorum. Rehineler, korktukları ve
yenemedikleri güce tapar hâle gelmiş ve bu yenilginin kabulunden
kaynaklanan bir sevgi duymaya başlamışlardı.
Klasik
eğitim sisteminde öğretmen, bir korku objesidir. Öğretmen, henüz
altı-yedi yaşındaki çocukların karşısında otoritenin
temsilcisidir. Gerek Katolik manastırlarında, gerek Sovyet
okullarında gerek ise Türk okullarında bu hep böyle olmuştur.
Öğrenci, ideal insan ve ideal vatandaş olabilmek için kendini bu
eli sopalı otoritenin kollarına bırakmak ve onun emirlerine
kayıtsız şartsız uymak zorundadır. Henüz varlığını
kavrayamadığı bir çağda onu Türk varlığına, Tanrı'nın
hizmetine, Amerikan yurttaşlığına ve ya Sovyet yoldaşlığına
armağan etmek zorundadır. Henüz bir savunma geliştiremediğimiz
çağda bu korkuyla tanışan bizler, bu otorite ve otoritenin
temsilcileri altında ezilmişliğimizi ona bir sevgi
besleyerek yadsımaya ve kanımızı emen bu vatanı
ölesiye sevmeye başlarız. Bu otoritenin ağırlığını hissetmek
ve kendimizi bu hastalıklı organizmaya armağan
ettiğimizi hatırlamak için özel günlerimiz, silahlı kuvvetlerle
birlikte yürüdüğümüz törenlerimiz ve çocukken
söylemediğimizde azar işittiğimiz için aciz bir gurula
söylediğimiz marşlarımız vardır. Tıpkı Stockholm'deki
rehineler gibi bizi ezen ve korkutan bu güce sevgi duymaya ve onun
için fedâkarlıklar yapmaya başlamışızdır.
Bu, hayatımızda bir
akıl
tutulması olarak
kalır. Günlük hayatta ne kadar sağlıklı düşündüğümüz, ne
kadar akıllı ve bilgili olduğumuz söz konusu bu obsesyon olunca
önemsizleşir. Çünkü bu bir fikirden, idealden çok aşamadığımız
bir hastalık hâline gelmiştir. Bu durumda çocuksulaşır ve
ilkelleşiriz.
Bugün ABD'de yaşayan
Kızılderili asıllıların birer Amerikan vatanseveri olmaları, Rus Yahudilerinin haklarını kısıtlayan Çarlık'a hayran olmaları,
Frick'in emrinde çalışan ve aylardır maaş alamayan işçilerin
ona suikast düzenleyen Alexander Berkman'ı linç etmeleri,
Türkiye'de yaşayan Alevilerin, Ermeni, Rum ve Yahudi asıllıların Kemalizm'i benimsemeleri ve Çingenelerin aşırı milliyetçi
olmaları Stockholm sendromu benzeri bir akıl tutulmasından başka
bir şeyle açıklanamaz.
Liderlere
gelince, onlar bu akıl tutulmasının peygamberleridir. Sistem,
insanlara liderler benimsetir ve onlara olağanüstü nitelikler
yükler. Kişinin lider olma gibi bir amacı yoksa bile insanlar bu
çocuksu
refleksi gösterir ve onu lider yaparlar. İnsanlara bir şeyler
anlatmak dışında bir amacı olmayan Buda gibi, liderlerden nefret
eden ve sadece bu konuma gelmemek için heykelinin dikilmesini
istemeyen Marx gibi insanları dâhi liderleştirmekten geri
kalmamışlardır. Bir lideri benimsemek, akıl tutulması olduğu
gibi insanın yapısına aykırıdır. Bunu yapan kişi, benimsediği
lidere -istemeden de olsa- insanüstü özellikler yükleyecek ve onu
aşılamaz görecektir. Bu bir totem yaratmak anlamına gelir.
Liderleri, önderleri
ve kutsalları olan insan hiç bir zaman özgür düşünemez. Özgür
düşünebilmek için yapılması gereken ilk şey bu komik
obsesyonları aşmak ve bugüne kadar dokunulamaz
denilen şeyleri yıkmaktır.
Tarihin bütün put
kırıcıları ister istemez yeni putlar oluşturmuşlardır.
Kâbe'deki anlamsız putları yıkan Muhammed belki de yıllar sonra
insanların onu putlaştıracağının ve saçına sakalına tapınacağının farkında değildi. Bütün
put yıkıcılar, tıpkı George Orwell'in Hayvanlar
Çiftliği'ndeki
gibi yeni putlar, yeni liderler, yeni aşılmazlar hâline geldi.
Şah'a tapanların birkaç yılda Hümeyni'ye tapması buna örnektir.
İnsanlık, bu çocuksu takıntıları aşamadığı sürece putlara
tapacak ve bu anlamsız kısırdöngüyü tekrarlayacaktır.